Ana içeriğe atla

Fransa Gençliği, Fransa Gerçeği

27 Ekim 2005 tarihinde iki gencin polisten kaçarken sığındıkları elektrik trafosunda ölmeleri, öncelikle banliyölerinde daha sonra sırası ile Paris, Fransa ve çeşitli Avrupa ülkelerinde yaşamakta olan Arap ve siyahi gençlerin ayaklanıp özel ve devlet araçlarını ateşe vermeleri ile büyüdü. Varoşlarda yaşayan bu gençlerin kimlik ve kabul edilme isteği, isyanın bu boyutlara ulaşmasındaki en büyük etken

Paris varoşlarında başlayıp Fransa’nın büyük kentlerinde ve Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde yaşayan gençlerin katılması ile genişleyen yoksul Arap ve siyahi gençlerin isyanı, özellikle Fransa’nın son 30 yıl süresince gündelik hayatta uyguladığı ayrımcılığın bir birikimi olarak başladı.
Geniş bir sömürge imparatorluğu olan Fransa 1948 yılında yayınladığı bir bildiri ile Cezayir gibi kendisine bağlı ülkelerin sömürge olmadıklarını, bu ülkelerin Fransa toprakları içinde yer aldıklarını açıklamıştı. Fakat İkinci Dünya Savaşı sırasında kendisini destekleyen Kuzey Afrika’daki bu sömürgelerinin savaş bitiminde bağımsızlık talepleri veya Fransız vatandaşları ile eşit haklara sahip olma istekleri kabul edilmedi. 1950’li yıllarda Fransa’ya karşı teşkilatlanan halk sırasıyla önce Fas ve Tunus’ta, daha sonra da Cezayir’de savaşarak 132 yıllık işgali sona erdirip bağımsızlıklarını ilan ettiler.
İkinci Dünya Savaşı sebebi ile çalışan (erkek) nüfusun azalması ve Fransızların tercih etmedikleri işlerdeki emek gücü ihtiyacını karşılamak için savaş sonrası Fransa’nın davet ettiği Kuzey Afrikalı göçmenler çoğalarak günümüzde 5,5 milyon kişiye ulaştılar ve nüfusun %10’unu teşkil ediyorlar. Aralarında sporda başarılı olan birkaç isim dışında, ekonomik veya kültürel alanda başarılı olan bir örneğe rastlanmazken, Fransızların "30 şanslı yıl" olarak tanımladıkları İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki ekonomik gelişmede fabrikalarda çalışan bu göçmenlerin de büyük rolü vardır.
Büyük şehir merkezlerine uzak, bu şehirlerin birçok olanağından yoksun, savaş sırasında inşa edilmiş, bugün 50 yıllık olan bakımsız ve kalabalık apartmanlara yerleştirilen göçmenlerin ana merkezlere çok az bir bağlantısı olup, eğitim, sağlık, eğlence ve kültürel açıdan birçok eksiği olan bu yaşamlarını 1990 yılında Fransa Cumhurbaşkanı François Mitterand şu şekilde betimliyordu:
"Nefes alınamayan bir mahallede doğan, kelimelerle ifade edilemeyecek denli çirkin devasa apartmanlarda yaşayan, bundan daha çirkin gri toprakların içindeki gri duvarlar arasına hapsedilmiş, gri bir yaşama mahkum edilmiş ve çevresi onu delirtinceye kadar yüzüne bakmayacak bir toplumla kuşatılmış bir genç ne umabilir?"
İsyancı gençlerle yapılan söyleşilere bakıldığında, İçişleri Bakanı Nicolas Sarkozy’nin söylemlerinin bu isyanın patlaması için gerekli kıvılcımları yarattığı anlaşılıyor. Aynı anda Diyanet Bakanlığı’nı da yürüten Sarkozy göçmenleri "serseriler" olarak niteleyip, "Varoşlar 'Karsher’ (traktörlerdeki kuş pisliği ve çamuru temizlemek için kullanılan endüstriyel bir temizlik maddesi markası) ile temizlenmeli" ve Fransızcada halkın bir grubunun tamamını, en alt kademe insan, halkın en yoksulu olarak tanımlayan "racaille" (cüruf) gibi ifadeler kullanarak tanımladı.
Sarkozy’nin televizyon aracılığı ile yaptığı bu tarz söylemleri seyreden gençler kendilerinin hedef alındığını hissediyorlar. Sokakta polisin uyguladığı denetim, tutuklama ve kontroller de bu kanılarını güçlendiriyor. Birçok genç; Sarkozy’nin kendilerine yönelik, "hepiniz aynısınız" söylemine karşı çıkarak doğdukları gün potansiyel suçlu olarak görülmek istemediklerini ve hükümetin bu şekilde yaklaşımının kendi aralarında ortak bir dayanışma yarattığını ve seslerini duyurmak için bu yola başvurmak zoruna kaldıklarını anlatıyor.
Nicolas Sarkozy’nin varoş gençliğine karşı olan bu tutumu Fransızlar arasında destek buluyor, devlet televizyonu France 2’nin yaptığı bir ankete göre Fransızların %57’si Sarkozy’yi bu konuda destekliyor. Sarkozy’nin bu söylemleri seçmenleri tarafından destekleniyor, fakat varolan sorunu çözmeyeceği ve şiddeti arttırmaya yaradığı bir gerçek.
Maruz kaldıkları ayrımcılık, üçüncü kuşak göçmenlerde şiddet olarak dışa vuruyor. Çoğu Müslüman olan isyancı gençler, eylemlerinde bu kimliklerini öne çıkarmasa da, onların 'vatandaş sayılma' taleplerini dinlerine bağlamayı seçenler oldu. Bu açıdan bakıldığında, son dönemde dünyada İslam adına yapılan terörist eylemlerle kimlik arayışında olan bu gençlerin isyanı arasında benzerlik kurmak gerçek nedenlerin anlaşılmamasına sebep oluyor.
Aralık ayında "Beur (Arap) Yürüyüşü" olarak anılan, göçmenlerin eşit haklar için 100 bin kişi ile Paris’e yaptıkları yürüyüşün 22. yıldönümü anıldı. 1980’lerden itibaren Fransız halkı ile bütünleşmek isteyen göçmenler bu isteklerinde başarılı olamayınca, çareyi yerel camilerde toplanan kökten dinci hareketlere katılmakta buldular. Bu akımın medyada da görünen yüzü olan felsefe profesörü Tarık Ramazan’ın söylevleri göçmen gençliği tarafından takip ediliyor.
Paris, Lyon, Toulouse, Lille gibi büyük kentlerin dışına itilen göçmenlerin gettolaşmasını engellemek ve hayat standartlarını yükseltmek için birçok iyileştirme programı üretildi. Fakat hiçbiri tam anlamıyla uygulanmadı veya politikacılardan maddi ve manevi destek görmedi. İlk geldikleri zaman gözden uzak tutulup yok farz edilen bu göçmenler için hiçbir asimilasyon veya uyum programı hazırlamayan Fransa, şu an birikmiş büyük bir sosyal problem ile karşı karşıya.
İstatistiksel olarak duruma bakıldığında; göçmenler arasında %30 oranında işsizlik, %43 oranında diplomasızlık ve bunların sonucu olarak yüksek suç oranı ilk göze çarpan veriler. Bu mahallelerde gençleri meslek sahibi yapmaya yönelik projelere ayrılan fon her sene azaltılmış ve bu gençler bir bakıma kendi kaderlerine terk edilmiş. Bu kronik sorunu çözmek üzere son 30 yıldır Arap ve siyahi vatandaşlarını kendi ekonomi ve kültürüne dahil etme çabası göstermeyen iktidarın, bu kişileri günlük hayatta da tam ve eşit Fransız vatandaşı olmalarını sağlamak için radikal çözümler üretmesi gerekiyor.

Karel Valansi
Şalom Gazetesi

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Orta Büyüklükte Bir Güç Olarak Türkiye’nin Dış Politikası

Farklı bölgelerde devam eden savaş ve krizler, uluslararası ilişkilerde güç rekabetini öne çıkarıyor. Buna ABD’nin büyük güç olarak alışılmış rolünü yerine getirmekteki isteksizliği de eklendiğinde, 1945’ten bu yana kurulan uluslararası düzen ve yapı taşı olan kurumlar yıpranıyor. Bunun sonucu olarak belirsizlik artıyor ve mevcut küresel sistem bir geçiş döneminin sancılarını yaşıyor. Öte yandan bu durum, orta güç olarak tanımlanan ülkelere daha geniş bir hareket alanı da sağlıyor. Bu sayede orta güçteki ülkeler, sistemde dengeyi gözeten, arabuluculuk yapabilen, bölgesinin istikrarına katkı sağlayabilen, hatta zaman zaman kapasitesinin üzerinde sorumluluk ve inisiyatif alabilen, küresel düzeyde etkili roller oynayabilen aktörler haline geliyor. Özellikle belirsizlik dönemlerinde bu ülkeler çok yönlü diplomasi, proaktif dış politika, esnek ittifak arayışları ile öne çıkabiliyor. Türkiye, bu bağlamda, orta güçte bir devlet olarak dikkat çeken bir örnek teşkil ediyor. Jeostratejik konumu,...

Ahmet Han: “Türkiye ile İsrail kadar stratejik çıkarları bu kadar örtüşen iki ülke daha yok”

Kadir Has Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Öğretim Üyesi Doç. Dr. Ahmet Kasım Han ile İsrail’de üç çocuğun kaçırılmasının ardından başlayan süreci, son Gazze operasyonunun hem İsrail-Filistin ilişkilerinin geleceğine hem de dünyada artan antisemitizme etkisini konuştuk. Ayrıca yaşanan tüm bu olayların Türkiye’deki yansımaları ve Türkiye-İsrail ilişkilerinin geleceğini tartıştık. Dökme Kurşun Operasyonu’ndan sonra İsrail ile Hamas arasında sükûnete karşı sükûnet anlayışı hâkimdi. Ne değişti? İsrailli üç çocuğun kaçırılıp öldürülmesi ile mi işler değişti yoksa daha önceden bunun sinyalleri var mıydı? Tarafların ikisinin de birbirleri ile ilgili bir algıları var. Kim kimin neyi ne kadar stokladığını biliyor. Bu bakımdan herkesin bir müdahale eşiğinin olduğunu düşünüyorum. Yüksek sesle çok söylenmiyor ama pişe pişe bir noktaya geldiği zaman taraflar biliyor ki artık orada mutfağa girmek, müdahale etmek lazım. Bu İsrail için Hamas’ın silahlanması ve altyapısını geliştirmesi ile ...

Yahudi Cesaret Ödülü üzerine

24 Haziran 2018 seçiminde CHP’den Cumhurbaşkanı adayı olan Muharrem İnce, 16 Ağustos’taki Twitter paylaşımlarıyla isim kullanmadan hükümete yönelik eleştirilerini sıraladı. Bu eleştirilerinin arasında “Siz, yaptığınız hizmetlerle Yahudi Cesaret Ödülüne lâyık görülen ve bu ödülü kendine lâyık görenlersiniz” ifadesine de yer verdi.  İnce’nin bu paylaşımı bu konudaki ilk çıkışı değildi. Geçtiğimiz yılın Aralık ayında, partisinin Yalova Merkez İlçe 10. Olağan Kongresi’ndeki konuşmasında da “Dünyada ‘Yahudi Cesaret Ödülü’ ya da diğer adıyla ‘Davut Yıldız’ı alan tek Müslüman, Recep Tayyip Erdoğan’dır,” demişti.  İnce, 2013 yılında yaptığı bir başka konuşmada ise bu sefer Türkiye’nin Rum vatandaşlarını kızdırmıştı. “Atatürk olmasaydı, (…) adınız Ahmet, Hasan, Hüseyin olmazdı, Dimitri, Yorgo olurdu. Bunları doğru bilmeleri lazım” demiş, gelen tepkilerin ardından Twitter hesabından “Benim gibi askerlik yapan, vergi veren, Cumhuriyet’e inanan, vatandaşımız olan Yorgo ve Dimitri’ler...