Ana içeriğe atla

Kayıtlar

2011 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Siz sevgilinizle nasıl yürüyorsunuz?

Bir kafenin kaldırım masalarından birinde oturan İtalyan düşünür ve yazar Umberto Eco çevresinden geçenleri gözlemlediğinde bir şey fark etmiş; artık çiftler eskisi gibi kol kola değil el ele yürüyorlar! Bu yeni keşif sonrasında sokaktakileri daha da dikkatle incelediğinde el ele yürüyenlerin genellikle 30 yaş üstü, burjuva sınıfına ait olduklarını fark etmiş. Umberto Eco bu gözlemini yaptığında şöyle sormuş kendine, “Eskiden çiftler kol kola yürürdü. Şimdilerde ise el ele tutuşmak neredeyse zorunlu. Çocuklu erişkinlere ve gay’lere özgü duran el ele tutuşma onları cinsel ilgiyle ödüllendiren tek kişiyi kaybetmeme yolu mu? Bozulmayacak ilişkiye boyun eğmek, kadere teslim olmak mı? Yoksa yaşlılığın karşı konulmaz ilerlemesi ve yetersiz gelir seviyesini dengeleyen bir şefkat göstergesi mi?” Günlük hayatın bu belki önemsiz ancak ilginç detayı Eco’nun dikkatini çektiği gibi Tempo Dergisi’nin kasım sayısındaki konuyla ilgili makalesini okuduğumdan beri benim de ilgimi çekiyor. Ne k

Meksika-Lübnan hattı

Bir zamanların gözde balayı destinasyonu, cennet kadar güzel Meksika, son yıllarda her daim çeteler arası çatışma yaşanan, insanların öldürüldüğü, çok sayıda kişinin kaçırılıp bir daha bulunamadığı bir cehenneme dönüştü. ABD uyuşturucu pazarından daha fazla pay alabilmek için son 30 yıldır birbiri ile çatışan Meksika kartelleri, 1990’larda Kolombiya uyuşturucu mafyasının saf dışı bırakılmasıyla bölgenin tek hâkimi oldular. Meksika’nın yeni Devlet Başkanı Felipe Calderon, sokaklara kadar inen çatışmaları durdurmak için 11 Aralık 2006’da bu kartellere karşı savaş açtı. Bu tarihten günümüze Meksika’da yaklaşık 50 bin kişi öldürüldü, 10 bin kişi kayboldu, 230 bin kişi ise göç etmek zorunda kaldı. ABD Adalet Bakanlığı verilerine göre Amerikalı uyuşturucu kullanıcılarının yarattığı yıllık yaklaşık 48 milyar dolarlık pazar, Latin Amerika’dan Afrika, Avrupa ve Ortadoğu’ya kadar uzanan uluslararası bir bağlantılar zincirine götürüyor. Her şey Lübnan asıllı Kolombiyalı Ayman Joumaa’nın

Teşekkür ederim

Köşe yazısı yazmaya ilk başladığımda, 2 Aralık geldiğinde yani doğum günümde, bu bölümü kendime ayıracağım demiştim. Yaklaşık bir sene geçti ‘Gündem’ yazmaya başlayalı. Uzak bir tarih olarak hedeflediğim o gün ise geldi çattı göz açıp kapayıncaya kadar. Herkesin bir hayali vardır, benim için de bu hayal, yazmaktı. Kendi kendime bir şeyler karalamama rağmen gereken disipline sahip değildim. Nereden nasıl başlayacağımı bilemediğim bir zamanda, güzel bir tesadüf sonucunda Şalom ailesine katıldım. Şalom için ilk yazımı, hayatımda yayınlanan ilk yazımı, sekiz sene önce bu günlerde yazdım. O günlerden bu günlere çok şey değişti, çok şey öğrendim. En önemli değişim ise yıllar önce apolitik olarak tanımlayacağım kendimi artık dünya meselelerini ciddi ciddi tartışırken bulmam oldu. Kimliğimin önemli bir parçası haline gelen Şalom’a bana kazandırdıkları için çok şey borçluyum. Bunda katkısı olan ve benim için çok önemli olan birkaç kişi var. Şalom’a ilk başladığım zamanlarda başlık ne

Aramızda bir casus mu var?

Ağustos 2002 İran’ın Natanz ve İsfahan’da uranyum zenginleştirme tesisi inşa ettiği ve 18 yıl boyunca gizli bir nükleer program yürüttüğü gün yüzüne çıktı. Dünya şaşkın… Kasım 2011 Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’nun yayınladığı son rapor, İran’ın nükleer silah üretme olasılığının yüksek olduğunu açıkladı. Bu rapor, dünya ülkelerinin yıllardır bildiği ancak UAEK’nin dile getirmediği bir gerçeği sonunda teyit etti. Bu son raporla gözler kurumun eski Başkanı Mısırlı Muhammed El Baradey’e çevrildi. Bilgi sakladığı gerekçesiyle İran ajanı olmakla suçlanan, Mısır muhalefetinin önemli liderlerinden El Baradey 1997’den 2009’a kadar kurumun başkanlığını yaptı. El Baradey’in görevi süresince ABD’nin ‘Şer ekseni’ olarak tanımladığı üç ülke ile nükleer anlaşmazlık yaşandı; Irak, Kuzey Kore ve İran. ABD Başkanı George W. Bush’un aksine Irak’ın gizli bir nükleer programı olduğuna dair yeterli delil olmadığını savunan El Baradey, ABD’nin Irak’a girişini durduramasa da haklılığını

Ezberler bozuldu

İsrail televizyonuna konuşan Filistin Özerk Yönetimi Lideri Mahmud Abbas, tarihi bir açıklama ile, 1947 yılında Birleşmiş Milletler’in teklif ettiği iki devletli çözümü reddederek hata yaptıklarını itiraf etti. Bu şaşırtıcı açıklama her ne kadar “İsrailliler bu hata yüzünden bizi 64 yıldır cezalandırıyor mu?” sözleriyle gölgelense de, şimdiye kadar hiçbir Filistinli liderin sarf etmediği bu sözlerin Abbas tarafından açıkça telaffuz edilmesi bakımından oldukça önemli. Osmanlı himayesinde olan ve daha sonra İngiliz sömürgesi haline gelen bu toprakların iki millete paylaştırılmasını esas alan BM’nin teklifini Yahudiler kabul etmiş ancak Araplar reddedip 1948 yılında bağımsızlığını ilan eden İsrail Devleti’ne karşı savaş açmışlardı. Bu yıldan itibaren bir savaş diğer bir savaşı, bir intifada diğer bir intifadayı, bir terör saldırısı bir diğer saldırıyı takip etti. Abbas’ın bu sözleri belki de İsrail ve Filistinliler konusunda yeni bir dönemin başlangıcı olacak. Ancak bir imam ve Suudi bir

Sonbahar Heyecanı

Yaz bitip sonbahar geldiğinde hüzünlenir misiniz? Yoksa bu dönemi yeni bir başlangıç olarak görüp heyecanlanır mısınız?   Soğuk ve karanlık kış günlerinden sonra yavaş yavaş ısınan hava, kendini gösteren güneş, yorgun ruhumuza özlemle beklediği dinlenme zamanının yaklaştığını hatırlatır ve bizleri usulca yazın canlı günlerine hazırlar. Çoğumuz için tatili de anımsattığı için yaz, hafif giysileri, uzayan günleri, güneşin verdiği enerji ile tatlı bir rehavet ve keyif zamanının yaklaştığını çağrıştırır. İlkbaharın ilk günlerinden itibaren hareketlenen doğa ile birlikte çoğumuz, şehirli kimliğimizi kısa bir süre için bile olsa terk edip çiçekli gömleğimizi veya elbisemizi giyip deniz kenarında uzanacağımız günleri veya dostlarımızla sohbet edeceğimiz ılık yaz akşamlarını bekler, iş ve diğer sorumluluklarımızdan bir müddet uzaklaşacağımız stressiz mutlu günlerin gelişini hisseder, sabırsızlanırız. Kuşların yavaş yavaş bizleri terk edip sıcak yerlere göç ettiğini görmemizle beraber

5 yıl 3 ay 23 gün

25  Haziran 2006 Pazar sabahı, Gazze sınırına yakın Kerem Şalom Kibutzu’na giren teröristler iki İsrailliyi öldürürken, dördünü yaralamış ve o zaman 19 yaşında olan Gilad Şalit’i kaçırmışlardı. Hamas bu tarihten beri Şalit’i esir tutuyordu. Bazen sayılar yaşanan olayın büyüklüğünü anlatmaya yeterli gelmiyor. 5 yıl veya 1941 gün sadece büyük bir sayı olarak kalıyor bellekte. Oysa kaçırıldığı tarihte henüz ABD ilk siyahi başkanını seçmemiş, BM’de Kofi Annan genel sekreter, İngiltere’de Tony Blair başbakan, Fransa’da Jacques Chirac, Türkiye’de ise Ahmet Necdet Sezer cumhurbaşkanı idi. Orhan Pamuk henüz Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanmamış, kuş gribi Meksika’dan dünyaya yayılmaya başlamamıştı. Romanya ve Bulgaristan AB üyesi değildi, Ehud Olmert İsrail’in yeni başbakanıydı, Saddam Hüseyin ise henüz asılmamıştı. Boris Yeltsin, Benazir Butto, Bülent Ecevit, Michael Jackson, Farrah Fawcett, Paul Newman, Heath Ledger, Patrick Swayze henüz hayattaydı. Şalit’in kaçırıldığı tarihte Facebook

Avrupa'nın kabusu

''Gün gelecek bu kıtanın tüm ulusları belirleyici niteliklerini ve bireyselliklerini kaybetmeden çok daha yüksek bir birlik için birleşecek ve Avrupa kardeşliğini oluşturacak. Amerika Birleşik Devletleri nasıl yeni dünyayı taçlandırdıysa, gün gelecek Birleşik Avrupa Devletleri de eski dünyayı taçlandıracak. Gün gelecek tek savaş alanı yeni fikirler için çarpışılan ticaret pazarı olacak. Gün gelecek oylar mermi ve bombaların yerini alacak.” Fransız yazar Victor Hugo 1851 yılında Paris Barış Kongresi’nin açılış konuşmasında bu sözleri sarf ettiğinde, aslında 17. yüzyıldan beri süregelen bir tartışmayı -Avrupa’nın tek bir çatı altında toplanmasının önemini- tüm dünyaya hatırlatıyordu. Bu konuşması ile Alman düşünür Kant’ın ‘Avrupa Birleşik Devletleri’ fikrini geliştiren Hugo, günümüz Avrupa Birliği’nin fikir babalarından kabul ediliyor. Ulus devletlerin oluşması ile birlikte birbirleri ile sürekli savaş halinde olan Avrupalılar, kraliyet evlilikleri ile kendilerine mütt

Komşu komşuya muhtaç

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, Filistin Özerk Yönetimi’nin 1967 sınırlarına sahip bir ‘Filistin Devleti’ olarak üye olma talebini bu hafta görüşmeye başlayacak. Tek taraflı olarak, İsrail ile görüşme masasına oturmadan, El Fetih tarafından yapılan bu talepte artık tüm gözler BM’de. Genel Kurul’da görüşülecek bu talebin Güvenlik Konseyi’ne gelmesi durumunda ABD’nin vetosu ile karşılaşması bekleniyor. Sadece Genel Kurul’da kabul görmesi durumunda sonuç, yaptırımı olmayan ancak siyasi anlamda etkili olacak bir karar olur. Çoğunluğu oluşturan gelişmekte olan Müslüman ülkeler ‘İsrail’e karşı Filistinliler’ olarak lanse edilen bu oylamada din kardeşleri lehine oy kullanmayı doğru bulması halinde, barışın görüşme masasından çıkması gerektiğini düşünen ABD veto hakkını kullanma durumunda kalabilir. Bunun sonucunda hem İsrail hem ABD, ‘Filistin Devleti’nin kurulmasına karşı çıkmakla’ suçlanabilir. Bunun sonucunda El Fetih ile rakibi Hamas arasında liderlik ve çıkar çatışması başlayabilir; bu

Gençlerin Çığlığı

2011 yılı henüz bitmedi. Ancak daha şimdiden tarihte, dünyanın her köşesinden farklı halkların toplumsal başkaldırı ve protestolarıyla anılacağı kesinleşti. İşsizlik, ekonomik sıkıntı ve eşitlik talepleri ile sokağa dökülen halkların isyanı Tunus ve Mısır’da onlarca yıllık otoriteleri sona erdirirken, özgürlük çığlığı uzun süreli diktatörlük veya saltanat şeklinde yönetilen diğer Arap ülkelerine sıçradı. Ürdün ve Cezayir örneğinde olduğu gibi bazen halk kısa vadeli reformlarla sakinleştirirken, bazen de Libya ve Suriye’de olduğu gibi güç kullanarak sindirilmeye çalışıldı. Yıllar boyu süren ikinci sınıf vatandaşlıktan kurtulup kendi ülkelerine kavuşan Güney Sudan örneği de var bu dönemde. ‘Sosyal adalet’ için toplanan İsrailliler ise hiçbir grup, kurum veya siyasi parti desteği olmadan New York Times’ın deyişiyle “en politik ‘apolitik’ hareketi” gerçekleştiriyorlar. 7,7 milyonluk İsrail’de 400 bin kişi başta ucuz konut olmak üzere farklı taleplerini dile getirmek, hükümete seslerini d

Sıcak bir sohbete ne dersiniz?

  M aeve Binchy ile tanışmam, yıllar önce bir bahar günü Selanik’teki tatilim sırasında oldu. Tanımayanlar için hemen açıklayayım Maeve benim bir arkadaşım ya da yaşıtım değil. İrlanda’nın en önemli yazarlarından biri olan Maeve, sıcak üslubuyla, soyadı yerine sadece adı ile hitap edebilecek kadar kendinize yakın bulabileceğiniz, bir dostunuz gibi görebileceğiniz ender yazarlardan biri. Maeve’nin Türkçeye çevrilmiş ilk romanları ‘ İtalyanca Aşk Başkadır ’ ve ‘ Yalnız Kadınlar Sokağı ’ kitapçılarda isim ve kapakları ile dikkatimi çekmesine rağmen, itiraf ediyorum hiç bilmediğim bir yazarın kalın bir kitabını almaya elim gitmiyordu. Bu tatilde arkadaşım kitabı bitirip “mutlaka okumalısın” dediğinde elimdeki bir türlü sayfalarını çeviremediğim, ‘bitirilemeyen kitaplar’ tomarına ekleyeceğim bugün adını bile hatırlayamadığım kitabı bir kenara bırakıp ‘ İtalyanca Aşk Başkadır ’a merakla başladım. Yeni bir yazar keşfetmek gizli bir hazine bulmak gibidir. Sevdiğiniz yazar yazdıkça siz

Nerede hata yaptık?

Norveç’te yaşananlar her terör olayında olduğu gibi çok ani, şaşırtıcı ve üzüntü verici. Norveçliler huzurlu ülkelerine bu acıyı bir yabancının yaşattığını tahmin ederken, kendi içlerinden birinin bu katliamı gerçekleştirmiş olmasının şokunu yaşıyorlar. Artık kendilerine “Nerede hata yaptık?” diye sormaları lazım. Tıpkı Yitsak Rabin’in aşırı sağcı bir genç tarafından öldürüldüğünde İsraillilerin kendilerini sorguladığı gibi. Cevap aslında tüm Avrupa’da gizli: endişe verici şekilde yükselen aşırı sağ eğilimi. Fransa’ya baktığımızda 2007 seçimlerinde göçmenler ve Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkarak sağ seçmenin oylarını alan ve cumhurbaşkanı seçilen Nicholas Sarkozy söylevini sertleştirse de bu seçimlerde karşısında güçlenmiş bir aşırı sağ parti var. Front National başkanlığına seçilen Jean Marie Le Pen’in kızı Marine Le Pen Müslümanların cuma namazı için sokakları doldurmalarını Nazilerin Fransa’yı işgaline benzetirken, İsviçre’nin minare yasağını desteklediğini de gizlemiyor. Ben

Tatlı ayrılık

9 Temmuz’da yeni bir ülke doğdu: Güney Sudan Cumhuriyeti. 1956 yılına kadar İngiliz sömürgesi olan Sudan bağımsızlığına kavuştuğunda, çoğunluğu Hıristiyan ve yerli onlarca kabileden oluşan güney kesimi için Arap hâkimiyeti altında sancılı bir dönem başladı. John Grang liderliğinde birlik ve demokratik bir Sudan için savaşan güneyliler, sonunda bağımsız olmanın tek kurtuluş yolu olduğunu gördüler. Böylece 1800’lerde Avrupalılar tarafından sınırları çizilen Afrika’nın bu en büyük ülkesinde bölünme süreci başladı. İç savaşlarda 2 milyon kişinin öldüğü, 4 milyon kişinin göç etmek zorunda kaldığı Sudan’da 2005’te BM öncülüğünde ateşkes yapıldı ve altı yıllık bir deneme süreci sonrasında referanduma giden güneyliler yüzde 99’la kuzeyden ayrılmayı talep ettiler. Dünyanın birçok yerindeki çatışmaları durdurmaya çalışan ancak pek de etkili olamayan BM’nin Sudan’daki başarısı, ana problem olan petrole odaklanması oldu. Petrol zengini güney ile petrol borularını elinde bulunduran kuzeyi kazançt

Gazze'nin barışa ihtiyacı var

Geçtiğimiz hafta Ortadoğu Dörtlüsü, ‘gerginliğe sebep olan ve katılımcıların hayatını riske sokan’ yardım filolarının engellenmesi için ülkelere çağrıda bulundu. Bu önemli bildirinin ikinci Gazze filosunun hareket tarihinin belirlenme çabaları sırasında açıklanması dikkat çekici. İlk yardım filosu Mayıs 2010’da Mavi Marmara önderliğinde yola çıkmış, Gazze açıklarındayken İsrail’in uyarılarına aldırmadan Gazze’ye uygulanan deniz ambargosunu delmek amacıyla yoluna devam etmişti. Olay Türk basınında ‘İsrail uluslararası karasularında Türk gemisine saldırdı’, İsrail’de ise ‘Silah yüklü olabilecek gemiyi durdurmak için askerlerimiz cesurca ülkeyi korudu’ olarak yer almıştı. Bu hafta ise BM’nin konu ile ilgili raporu açıklanacak. Raporun sonucu ne olursa olsun, bu olaydan akılda üç şey kaldı: 9 kişinin hayatını kaybetmesi, Türkiye-İsrail ilişkilerinin daha da kötüleşmesi ve İsrail’in dünya kamuoyundaki imajının zedelenmesi. İkinci bir Gazze filosunun yola çıkacağı açıklandığında İsrail,

Limonları masaya oturtmalı

Friedman’ın son yazısını okudunuz mu? New York Times’ın ünlü köşe yazarı Thomas Friedman, bu haftaki yazısında İsrail ile Filistinlileri limona benzeterek süregelen soruna yeni bir çözüm bulmuş: limonata yapmak! Friedman yazısında, Obama ve Clinton’un İsrail ve Filistinliler konusundaki başarısızlığını net bir şekilde ortaya koyuyor ve bu durumu yani ABD’nin iki tarafın da güvenini kaybetmesini ve hiçbir ilerleme sağlayamamasını tutarsız, yaratıcılıktan yoksun ve zayıf olmalarına bağlıyor. Bahsettiği limonlar ise birlik olamadıkları için hiçbir karar alamayan Filistin Yönetimi ve karar alma isteği olmayan sağcı Netanyahu hükümeti. “Hadi daha büyük düşünelim ve yaratıcı olalım” diyor Friedman “çözüm çok basit”. Friedman, 1947’de Siyonist hareketin kabul ettiği ancak Arap ülkelerinin reddedip savaş açtığı, iki millet için iki devlet yani bağımsız bir Yahudi devletinin yanında bağımsız bir Arap devleti kurulmasını öneren 181 no’lu karar yenilenerek Güvenlik Konseyi’ne sunulsun, diyor. Fr

İsveç’in tehlikeli hoşgörüsü

Roma’da güzel bir ağustos günü. Atina uçağı yolcuları arasında kendini öğretmen olarak tanıtan Leyla adlı 24 yaşında İsveçli bir kız da var. Dışarıdaki sıcağa rağmen uzun kollu giyinen Leyla, uçağın havalanmasından kısa bir süre sonra ayağa kalkar, hızla ön kısma doğru yürümeye başlar ve kokpitin kapısını açar. Pilotların ve yolcuların şaşkın bakışları altında bileklerine sarılı el bombalarını gösterir ve uçağın rotasının Şam’a yönlendirilmesini emreder. Uçak yere indiğinde rehineler karşılığında İsrail’in Filistinli mahkumları serbest bırakmasını talep eder. Rehineler kurtulur, ancak uçak kalıcı bir imza bırakmak istercesine havaya uçurulur. Bir sene sonra, bu sefer Amsterdam’da ortaya çıkar Leyla. Altı estetik operasyondan sonra kimse tarafından tanınmadan New York uçağına biner. Ancak bu sefer işler umduğu gibi gitmez. Uçağa operasyon düzenlenir, saldırıyı beraber düzenlediği ve mürettebattan bir kişiyi öldüren arkadaşı vurulur. Leyla Londra’da tutuklanır ancak bir ay sonra tutuklu

ABD dostunu arkadan vurur mu?

ABD Başkanı Obama beklenen konuşmasını perşembe akşamı gerçekleştirdi. Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki halk isyanları karşısında ABD’nin tutum ve düşüncesinin açıklanacağı söylenen konuşmada, İsrail- Filistinliler sorunundan çok fazla bahsedilmeyeceği düşünülüyordu. Bu nedenle İsrail Başbakanı Netanyahu, Washington ziyaretinin başında kötü bir sürprizle karşılaştı. Konuşmasında Obama önemli tespitlerde bulundu. Ortadoğu’daki olaylarda hep Batı ve İsrail’in suçlandığını, halkın din, mezhep gibi ayrımcılıkla kışkırtılarak yönetimin elde tutulduğunu ve bölge halkının altı ayda yaptığını terörün onlarca yıldır başaramadığını söyledi. “Statüko sürdürülemez” diyen Obama, ABD’nin bölge halkının umutlarıyla ters düşmeyecek şekilde reform ve demokrasiyi destekleyeceğini belirtti. Söylediği ile çelişen ilk örneği de bu konuda oldu. Demokrasi yolundaki ülkeleri ekonomik yönden destekleyeceğini söyleyen Obama, henüz demokrasi yolunda bir ilerleme sağlamamış Mısır’ın 1 milyon dolarlık borcunu sildi

“Yes, we did” *

Geçtiğimiz haftaya, ABD Başkanı Barack Obama’nın “Dünyanın bir numaralı teröristini öldürdük” açıklamasıyla başladık. 11 Eylül olaylarından yaklaşık on yıl sonra Amerika, El Kaide Lideri Usame Bin Ladin’in Pakistan’da saklandığı, telefon ve internet bağlantısı olmayan eve ulaştı ve ‘terörle savaştaki' en önemli hedefini öldürdü. Ancak neden bu kadar uzun sürdüğü ve terörle savaşta hangi noktaya gelindiğinin tartışılması lazım. Usame Bin Ladin 11 Eylül 2001’de bir anda ortaya çıkmadı. 1996 yılında Clinton Hükümeti kendisini ‘düşman’ ilan etmişti bile. ABD birçok kez Taliban liderleriyle bir araya gelip Bin Ladin sorununu diplomatik yöntemlerle çözmeye çalıştı. ABD şiddetten uzak durmaya çalıştıkça, Pakistan ABD’yi işbirliği içinde olduklarına inandırarak zaman kaybetmesine yol açtı. 2004’te Bush, 2010’da ise Obama Pakistan’ı güçlü bir müttefik olarak tanıttılar. Oysa bu sırada Bin Ladin’in ağını güçlendirmesine olanak sağlandı. Bin Ladin’in öldürülmesi El Kaide için çöküş ve terör

Düşler ve gerçekler

Bu haftalarda karşıma daha çok İngiliz kraliyet düğünü ile ilgili haberler çıkıyor. İkinci bir Lady Diana olarak lanse edilmek istenen Kate Middleton ve 29 Nisan’da gerçekleşecek düğün hakkında o kadar çok bilgi var ki, dünyada hiç başka önemli bir olay olmuyor sanabilirsiniz. Meksikalı bir kız düğüne gidebilmek için açlık grevi yapmış, Amerika’da büyük ekran televizyon satışı artmış, model basına sızmasın diye birkaç gelinlik dikilmiş, çift adına yeni bir cins gül Windstor bahçesine diğer kraliyet güllerinin yanına ekilmiş. Ayrıca kim davetli, kim davetiyeyi satın almış, kim ne giymeyi planlıyor gibi tahmin edilebilir haberler de var. Halkın düğünle ilgili sorularını yanıtlayabilmek için kraliyet muhabirleri atanmış, özel hazırlanmış web sitesinden düğünü nasıl takip edebileceğimiz bile detaylıca anlatılmış. En son olarak da Bahreyn Veliaht Prensi'nin düğüne, “ülkesindeki huzursuzluk nedeniyle” katılamayacağı, son dakika gelişmesi olarak duyuruldu. Medya tarafından yeni bir Sindi

Batmayan Güneş’in büyük günahları

Pakistan ziyareti sırasında, Keşmir sorununda İngiltere’nin nasıl bir rol oynayacağının sorulması üzerine İngiltere Başbakanı David Cameron, ilginç bir cevap verir: “Bu sorun ve benzeri birçok sorunun kaynağı İngiltere. Bu nedenle ülkemin bu konuda liderlik yapmaması lâzım” der. İzleyicileri tatmin eden bu cevap ülkesinde ciddi tartışmalara yol açar. Cameron, popülist söylemde bulunmakla suçlanır, İngiltere’nin geçmişinden dolayı kimseden özür dilememesi gerektiği hatırlatılır. Oysa belki de Cameron bu kadar yankı uyandıracak bir açıklama yapmayı planlamıyordu. Sadece Hintli ve Pakistanlı izleyicilerin hoşuna gidecek, iki tarafın da alınmayacağı, aynı zamanda İngiltere’yi de tekrar Keşmir probleminin içine çekmeyecek bir cevap vermek istemişti naifçe. Ancak, önemli soru kafalarda yer etti bir kere. İngiltere ve sömürgeci tarihi, günümüzde halen devam eden sorunların sebebi mi? Topraklarında güneşin hiç batmadığı büyük imparatorluk adını tarihe nasıl yazdırdı aslında? İngilizler, her