Ana içeriğe atla

80. yılında Türkiye’nin Yahudi profesörlere kucak açtığı söylemi tartışıldı

Nazi zulmünden kaçan Yahudi ve sosyalist akademisyenlerin Türkiye’ye gelişlerinin 80. yıldönümü vesilesiyle Boğaziçi Üniversitesi Atatürk Enstitüsü, Goethe Institut ve Avusturya Kültür Forumu 31 Ekim-1 Kasım’da Boğaziçi Üniversitesi’nde ‘İdeoloji ve İktidar Ekseninde Eğitim - Üniversite Reformu ve Yahudi Akademisyenlerin Mirasını Yeniden Değerlendirmek’ başlıklı bir konferans düzenledi


Beş panelden oluşan konferansta açılış konuşmacısı Tarih Profesörü Mete Tunçay, Türkiye’de yüksek eğitimin reformunda önemli role sahip bu sığınmacıların, ülkeye geliş gerekçelerinin, hizmet yıllarında karşılaştıkları sorunların, Yahudi kimliklerinin ve Türkiye’nin Yahudi akademisyenlere kucak açtığı resmi söyleminin irdelenmesi gerektiğini söyledi. Tunçay, 1933 Üniversite Reformu ile birlikte, İstanbul Darülfünunu’nun çağdaş İstanbul Üniversitesi’ne dönüştürülmesini gerçekleştiren, dönemin Milli Eğitim Bakanı Reşit Galip’in tasfiye edilen Türk öğretmenler yerine yeni öğretim kadrosunu Nazi rejiminden kaçan Alman bilim adamlarıyla doldurmasının arkasında yatan ideolojiyi masaya yatırdı. Tunçay, yine aynı şekilde Yahudi profesörlerin daha sonra neden kürsülerini terk ettiklerine de eleştirel bir bakış açısıyla yaklaştı.

Yahudi profesörlerin gelişinden önce Türkiye’deki akademik durum, ilk panelin konusunu oluşturdu.  Prof.Dr. Cengiz Aktar, konferansın amacının 1933 döneminin resmi ideolojisinin nerede olduğunu düşünmek ve “Yahudilere kucak açan bir genç cumhuriyet” algısının ne denli gerçek olduğunu tartışmak olduğunu söyleyerek oturumu açtı.
Prof. Dr. Emre Dölen 19. yüzyılın başlarından itibaren gelen Fransız eğitimcilerin ülkedeki eğitim sisteminde kalıcı bir etki yaratmadıklarını, ancak 1915’de Almanya-Osmanlı işbirliği sonrasında topluca gelen 20 kadar Alman eğitmenin edebiyat, fen, hukuk ve özellikle kimya alanında az da olsa kalıcı bir etki bıraktığından söz etti. Dölen, Alman sisteminin hissedildiği en önemli oluşumun şüphesiz Türkçeyi mükemmel şekilde öğrenebilmiş Fritz Arndt’in önderliğinde Darülfünun içinde kurulan Kimya Enstitüsü olduğuna değindi. Dölen konuşmasını, 1933 öncesinde gelen eğitmenlerin sistematik bir seçimle gelmedikleri, genç olmaları ve akademik olarak üst düzey olmadıklarından Türk eğitim sistemine yenilik getiremediğini belirterek sonuçlandırdı. İlahiyat Üniversitesi’nden Nurettin Gemici de Dr.Franz Schmidt örneğini vererek kendisinin 1915’de sadrazamla görüşerek Türk eğitim sistemi için özellikle genç Alman akademisyenlerin gelmesinin önemini vurguladığını belirtti.
Ahlâk mı, çıkar mı?
Yeditepe Üniversitesi’nden Selin Türkeş, panelin asıl can alıcı konusu olan Türk hükümetinin 1933 kararının arkasında ahlâki mi yoksa çıkar gözeten bir yaklaşım mı yattığını metodolojik olarak açıklamaya çalıştı. Dönemin milletvekillerinin söylemlerine yer veren Türkeş, profesörlerin Almanya’da maruz kaldıkları baskıdan veya Yahudi kimliklerinden bahsedilmediğini, yalnızca akademik ünleri ve başarıları dolayısıyla Türkiye’ye davet edildiklerini ortaya koydu. Türkeş, Galip’in kullandığı “500 yıl kadar önce İstanbul’u fethettiğimizde Bizanslı bilginler ülkeyi terk ederek İtalya’da Rönesans’ı gerçekleştirmişti, bugün Avrupa’dan bunun karşılığını alıyoruz,” gibi ve benzeri retoriklerin, Türk hükümetinin pragmatik yaklaşımını yansıttığını belirtti. Konuşmasının sonunda Türkeş, 1939 yılına gelinip bir Yahudi mülteci sorunu çıktığında ise savaşa girmek istemeyen ve ekonomik/ sosyal açıdan yeniden yapılanma içinde olan Türkiye’nin bu mültecileri Yahudi profesörler kadar yarar getirmeyeceği düşünerek reddettiğini açıkladı.
Panelin son konuşmacısı olan Günce  Berkkurt, Atatürk’ün davetlisi olarak gelen ve 1933 Üniversite Reformu’nun temelini oluşturan raporu yazan İsviçreli pedagog Albert Malch’in hayatını anlattı. Berkkurt, Darülfünunu’nun kapatılmasını, fen ve bilimin güncelliğine uymayan öğretim üyelerinin tasfiyesiyle, kadro açığının yurtdışından getirtilecek bilim adamlarıyla tamamlanmasını öngören raporun onaylandığını belirttikten sonra uygulamaya geçildiğinde özellikle Türk ve Alman profesörler arasındaki ücret farklılıkları gibi sıkıntıların da baş gösterdiğinden bahsetti.
Yahudi mültecilerin kabulü
İkinci panelin konusunu Türkiye’nin Yahudi profesörleri ülkeye kabul etmesinin, Yahudi mültecilere olan politikasını yansıtıp yansıtmadığına ilişkindi. Sözü ilk alan panelist ‘Türkiye, Yahudiler ve Holokost’ yazarı Alman Türkolog Corry Guttstadt, Türkiye’nin Yahudi profesörleri soykırımdan kurtardıklarına dair oluşan algının yanlış olduğunu, bu kimselerin kendilerini Yahudi olarak bile ifade etmediklerine ve halk arasında soykırım karşıtı protestoların hiç yer almadığı hatta soykırımın hiç bahsinin geçmemesine dayandırdı. Türkleştirme politikasına paralel olarak iskân yasası ve Varlık Vergisi gibi uygulamaların zaten Türkiye’nin Yahudilere karşı tutumunu açıkça gösterdiğini belirten Guttstadt, Yahudi mültecileri kabul eden ülkeler listesinde Türkiye’nin adının geçmediğine dikkatleri çekti. (Almanya’dan toplam iltica eden 400 bin Yahudi’nin yalnızca 550’si Türkiye’ye sığındı.) Guttstadt, 1937 yılına gelindiğinde Almanya’dan göçün sadece Türk ırkından olanlarla sınırlandırıldığını ve Yahudilerin pasaportlarına yalnızca Türk polisinin anlayabileceği gizli bir işaret kullanılması kararı çıktığını vurguladı. Guttstadt sözlerini 1938’de çıkarılan yasa ile de 1933’den sonra Türkiye’ye gelen yabancılardan geçerli pasaportu olmayanların ve Aryan olmayanların çok kısa bir sürede ülkeyi terk etmesinin zorunlu kılındığını belirterek bitirdi.
Viyana Üniversitesi’nden Sertan Batu, Türkiye’de Pedagoji Enstitüsü’nün yöneticiliğini üstlenenWilhelm Peters’in yaşamına ayna tutarak dinleyicilere yabancı profesörlerin İstanbul’daki yaşam şartları hakkında bilgi verdi. Batur ilk üç sene derslerini tercüman eşliğinde veren profesörlerin, sonrasında Türkçe öğrenme zorunluluğu yanı sıra kontratları her iki yılda bir yenilenen, herhangi bir emeklilik hakkı olmayan ve siyasi oluşumlara girmekten men edilen yabancı profesörlerin, bir yandan da milliyetçi Türk profesörlerden istenmeyen adam muamelesi gördüklerini anlattı.
İkinci panelin son konuşmacısı olan bağımsız araştırmacı İzzet Bahar, yabancı profesörlerin Yahudi asıllı olmalarının, Türk hükümetinin yaklaşımındaki rolünü inceledi. Bahar öncelikle, tıpta Phillipp Schwartz, iktisat biliminde Fritz Neumark ve ticaret hukukunda Ernst Hirsch gibi Türk eğitim sistemine büyük katkılar sağlamış Yahudi asıllı profesörlerin, sırf Yahudi oldukların için sürgün edilmelerine karşın kendilerini hiç de Yahudilikle özdeşleştirmedikleri tespitini yaptı. Bahar bu profesörlerin Türkiye tarafından Yahudi oldukları için değil; Avrupalı oldukları için kabul edildiklerini ekledi. Bahar tarihe damgasını vurmuş bir başka çarpıcı olayı hatırlattı: Yabancı profesör istihdam etmeye hevesli olan Türkiye’nin Einstein’ın 40 Yahudi doktordan oluşan listesine onay vermemesi. Bahar, bu olayın o dönemde çokça tartışıldığını, yeterince aynı politik şartlar içinde ve aynı vasıflara sahip yabancı kadronun bünyelerinde bulunması nedeniyle de reddedildiğini ortaya koydu. Bahar, başta İnönü’nün onayı ile Nazi yanlısı Doktor Ernst Sauerbruch’ın tavsiye ettiği Aryan ırkından yeni bir profesörler listesinin kabul edilmesine karşın; Aryan profesörlerin koşulları yeterli bulmaması nedeniyle 1934’de yeniden Yahudi profesörlere dönülmek zorunda kalındığını söyledi.
Türklük kavramında Yahudi akademisyenler
Konferansın ikinci günkü ilk panelinde ise modern Türkiye’nin yaratılmasında Yahudi profesörler ve Türklük kavramına değinildi.
Araştırmacı Eren Özalay dönemin resmi söylemi ve yaratılmaya çalışılan ulus devlet projesi bağlamında uzun yıllar görev yapmış Yahudi akademisyenlerin varlığı ve akademik çalışmalarının elden geldiğince öne çıkarılmamaya gayret edildiğini belirtti. Konuşmacılar genel olarak arşiv çalışmalarında bu akademisyenlerin basılı yayınlarına, fotoğraf ve hatırat benzeri dokümanlarına -çoğunun kaybolmuş olmaları sebebiyle- ulaşamadıklarını dile getirdiler.
Yabancı profesörlerin varlığının arka planda tutulmasının başlıca sebebi olarak dönemin resmi ideolojisi kapsamında ulus-devlet projesi ve buna dayanak sağlayan Türk tarih tezi gösterildi. Türk tarih tezi, bir bakıma, askeri zaferle kurulan genç cumhuriyetin tarihi geçmişini Türklük esasına dayandırmak ve bunu topluma benimseterek birlik duygusunu güçlendirmek amacı taşıyan bir toplum projesi olma özelliği taşır. Bu çerçevede, Türkiye Cumhuriyet’inin temelleri Türk ırkının tarih sahnesine çıkışına dayandırılırken (Hitit Uygarlığı), Osmanlı ve İslam tarihinin etkisi yok sayılmak pahasına yeni bir tarihi söylem üretildi.
Ne var ki, bu yeni tarih tezinin oluşturulması için gerekli akademik araştırmalar ve ortaya çıkan bilgilerin genç nesillere aktarılmasında çok sayıda yabancı akademisyen-özellikle de Nazi Almanya’sından göç etmiş Yahudi akademisyenler görev aldı. Anti-emperyalist bir söyleme karşılık, ironik bir şekilde batılılaşma ve çağdaşlaşma hedefleri güden CHP yönetimi, batıdan ithal edilmiş akademisyenlerle bu hedefe ulaşmaya çalıştıkları gerçeğini mümkün olduğunca örtmeye gayret etmişlerdi. Bunun yerine Selin Türkeş’in vurguladığı üzere, dönemin siyasi koşullarının bir dayatması olarak Nazi kıyımından kaçan Yahudi sığınmacılarına yeteri kadar destek verememiş olmalarını, Yahudi profesörlere kucak açarak telafi ettikleri yönünde bir propagandayla meşru kılma yoluna gitmişlerdi.
Şebnem Sunar 1933 sonrası dönemde Türkiye’ye yerleşen yabancı eğitmenler, Türk kimliğinin öteki üzerinden tanımlanmasında birer araç olarak görüldüklerinin altını çizdi. Karşımızda kendini batılı metotlarla, batılı akademisyenlerin desteğiyle yeniden yapılandıran bir Türkiye vardır. Ve özellikle filoloji ve edebiyat alanında verilmiş eserleri yorumlarken kendine uzak olanı kendine yakınlaştırarak batıyla düşünsel kaynaşma, diğer bir deyişle kültürel özdeşleşme yoluyla bir sosyo-kültürel dönüşüm beklentisi içine girilmiştir. Gerek Türk tarih tezi, gerekse eğitim reformu ve beraberinde yürürlüğe konan batılılaşma projesinin etkileri ve başarısı günümüze dek tartışılmaktadır.
Yahudi profesörlerin Türkiye’de bilime katkıları
Konferansın son paneli ‘Yahudi profesörler ve Türkiye’de üniversite ve bilim dallarının şekillenmesindeki etkileri’ konusunda yapıldı.
TOBB ETÜ Hastanesi Pediatri Uzmanı Prof. Dr. Nejat Akar, ‘Bozkır çocuklarına bir umut: Dr. Albert Eckstein’ adlı kitapta topladığı 19 yıllık araştırmasını görsel ve oldukça ilgi çekici bir şekilde tanıttı. I.Dünya Savaşı’nda şeref madalyası verilmiş Ord. Prof. Dr. Albert Eckstein’a Hitler, Hermann ve Göring’in imzalı bir belge ile Prusya Devleti hizmetinden çıkarıldığı bildirilip hasta bakması yasaklanınca Eckstein o dönemde Türkiye’den gelen teklifi kabul eder. Ekim 1935’de Numune Hastanesi’nde göreve başlayan Eckstein, Ankara’nın 300 yataklık bir çocuk hastanesine ihtiyacı olduğunu belirten bir rapor hazırladı. Noma hastalığına bulduğu tedavi ile çocuk ölümlerini büyük ölçüde düşüren doktor, Başbakan Refik Saydam’ın teşvikiyle Anadolu’yu gezerek çocuk-kadın sağlığı hakkında geniş bir rapor hazırladı. Bu ziyaretler sırasında çektiği fotoğraflar da 1939 yılında New York’taki fuara ilk defa katılan Türk standında yer aldı. Çektiği bir fotoğraf ise 1942’de basılan ve ilk defa kadın figürü kullanılan 10 TL’lik banknotta yer aldı. Türkçe de kitaplar yayınlayan Eckstein, Prof. İhsan Doğramacı, Prof. Bahtiyar Demirağ, Prof. Sabiha Cura gibi birçok ismi yetiştirdi. “İkinci vatanım Türkiye” diyen Eckstein, 1948 yılında törenle uğurlanırken, hâlâ Ankara’nın ihtiyacı olan çocuk hastanesini yetkililere hatırlatıyordu. Bu hayalini yetiştirdiği asistanlarından Doğramacı, 1000 yataklı Hacettepe Çocuk Hastanesini kurarak gerçekleştirdi. 
Panelin konuşmacılarından, Marmara Tıp Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Hasan Batırel’in, göğüs cerrahisi tarihi ile ilgili araştırmaları onu 1933-1939 yılları arasında İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Cerrahi Kliniği’nin başındakiProf. Dr. Rudolph Nissen’e götürmüş. Berlin’deki Charity Hospital’da ameliyat olan Dışişleri Bakanı Numan Menemencioğlu, ameliyatını yapan dönemin en önemli cerrahlarından ve daha sonraları Nazi araştırmalarına destek veren Sauerbruch’un önerisi üzerine 37 yaşındaki asistanı Nissen’i Türkiye’ye davet etti. Tıp tarihinde pnönonektomi olarak adlandırılan tek akciğeri çıkararak ameliyatı başaran ilk kişi (1931) olan Nissen, halen uygulanan reflü ameliyatını da Türkiye’de 1936’da buldu. 1955’te geliştirilen ameliyat Nissen’in adı ile anılıyor. Altı yıllık süre zarfında 61 bilimsel makale, iki kitap yazan Nissen, usta-çırak ilişkisinin önemli olduğu cerrahide onlarca öğrenci yetiştirdi. ABD’ye göç eden Nissen, Einstein’i ameliyat ederek iyileştirmesi ve beş yıl daha yaşamasını sağlaması ile de tanınıyor.
Türk Yahudi Cemaati ile ilişkiler
Serbest Avukat Rita Ender, Nazi Almanya’sından kaçan Yahudi akademisyenlerin Türk Yahudi Cemaati ile ilişkileri üzerine yaptığı konuşmasında, bu akademisyenleri birbirine bağlayanın ortak mağduriyetleri olduğunu belirtti. Ülkelerinde mesleklerini icra etmeleri yasaklanan bu kişilerin Nazi baskısından kaçmak istediklerini dile getiren Ender, Yahudi, din değiştirmiş Yahudi ve eşcinsellerin de Nazi Almanya’sı tarafından aynı kapsamda ele alındığını hatırlattı. Türk Yahudilerinin o dönemde yaşadıkları bazı mesleklerden men edilmeleri, vatandaş Türkçe konuş kampanyası, Trakya olayları, 1936 beyannamesi, 20 Kura askere alma, Varlık Vergisi olaylarına değindi. Almanya’dan davet edilen akademisyenlerin Türk Yahudi Cemaati ile dini veya mesleki anlamda ilişki kurmadığına dikkat çekerken, bu profesörlerin daha ziyade Yurtdışındaki Alman Bilimadamları Yardım Derneği bünyesinde bir araya geldiklerini söyledi. Türk Musevi Cemaati kayıtlarında bu kişilere ait sünnet, bar-mitzva, ölüm raporu bulamayan Ender, bir mektuba istinaden bu profesörlerin gayri resmi olarak cemaat tarafından bilindiğini söyledi. Bu mektuba göre kayıp bir profesörün yurt dışındaki ailesinin isteği üzerine ikamet adresi ve diğer bilgileri cemaat yetkilileri tarafından araştırılıp kendilerine ulaştırılmıştı.

Selin Kandiyoti, Karel Valansi, Selin Nasi

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Survivor Hayim’in gerçek dünyası - Söyleşi

Hayim, çok sevdiğim bir arkadaşımın kuzeni. Aklı başında, ne istediğini bilen biri. Askerlik dönüşünde ani bir kararla Survivor yarışmasına katıldığını duyduğumda çok şaşırmıştım. Pek spor yapmayan, atletik olmayan biri neden zor koşullarda, dayanıklılık, irade ve güç isteyen bir televizyon programına katılır? Bunları konuşurken, sayesinde takip etmeye başladığım Survivor ile ilgili tüm merak ettiklerimi de sordum; kameralara yansımayan gizli bir tuvalet var mıydı, ya da yayın bitince gidilen lüks bir otel? Begüm’le arasında bir yakınlaşma oldu mu, Merve neden pişman oldu yarışmaya katıldığına? İşte Sabah Gazetesinden Yüksel Aytuğ’un teşekkür ettiği, seyircilerin filozof olarak tanımladığı Hayim ve Survivor yarışmasının bilinmeyenleri… Survivor maceran nasıl başladı? Katılmak nereden aklına geldi? Arkadaşlarımla uzun süredir Survivor’u takip ediyorduk. Hep katılmak istiyordum ama televizyona çıkmak beni korkutuyordu. Geçen sene iki yakın arkadaşım Dominik’e gittiler. Yarışmacıları

Her yaşam bir roman - Panama´daki Türk Yahudileri

Panama´da hızla büyüyen bir Yahudi yaşamı var. Café con Teclas kitabının yazarı gazeteci Sarita Esses´in yanı sıra Antakyalı Eli Cemal, Mersinli Musa İlarslan, Trakya kökenli Julia Kohen de Ovadia ve kuzeni İstanbullu Çela Alkabes de Eskinazi ile göç hikayelerini ve Panama´daki yaşamlarını konuştuğumuz keyifli bir sohbet sizleri bekliyor. Julia Kohen de Ovadia İstanbul doğumluyum. Babam Çanakkaleli Aron Kohen, annem ise Çorlulu Suzi Bahar.  Seneler evvel büyükbabamın eltisi Meksikalı Sultana genç yaşta çocuksuz dul kalınca küçük teyzem Donna’yı yollamasını istedi anneannemden. Donna da Sultana teyzesiyle yaşamak için Meksika’ya gitti. Orada eniştem Moises Mizrachi ile tanıştı ve evlenerek Panama’ya taşındı. Büyükbabam Nessim Bahar vefat edince anneannem Coya, ablam Malka ile iki aylığına kızını görmeye Panama’ya gitti. Ancak orada ablam eniştemle tanıştı, evlendi ve hayatını Panama’da kurdu. Dört çocuğu ve on torunu var. Ablamın düğünü için Panama’ya geldiğimizde ben Saint Pulcherie’de

Karel´den Mario´ya veda…

Kelimeler acı veriyor be Mario! Zormuş senin hakkında bir veda yazısı yazmaya oturmak. Biliyorum, seçmeye çalıştığım hiçbir kelime yaşadığım üzüntüyü aktarmaya yetmeyeceği gibi, seni anlatmaya da yetmeyecek. Bir de şu var. Bu yazıyı bitirip yolladığımda ve basılıp gazetede okuduğumda senin gitmiş olduğun kesinleşecek, oysa daha çok erken! Şu an ne isterdim biliyor musun, veda yazısı yerine senin başarılarını, yeni kitaplarını, söyleşilerini yazmak, seninle yine bir röportaj yapmak. Sevgili hocam, sevgili dostum, öykülerimi ilk okuyanım, edebi yönümü en çok destekleyenim, hiç tanımadığım yazarların hiç duymadığım kitaplarıyla beni tanıştıran.  İzlediği ilginç filmleri benimle paylaşan, tartışan… “Merhaba” diye başlarsın yaratıcı yazarlık derslerine, sonra eklersin “merhaba demek benden sana zarar gelmez demektir,” diye. Koca kalbinle kimseyi üzecek, kıracak bir söz dahi etmediğinden eminim. Günlerdir seni anıyorum. “Twitter’da olmalısın” deyip sana hesap açışımızı, özene bezene seçtiğin