Ana içeriğe atla

La Dalkavo Ora (Son Saat)

La Dalkavo Ora (Son Saat)
22 Mayıs gecesi özel bir film gösterimine davetliydim. Ladino dili üzerine kısa bir belgesel izleyeceğimi sanırken, konusunu sadece Ladino ile sınırlamamış, Sefarad kültürünün birçok farklı öğesini içine alan duygu yüklü 1,5 saatlik bir film karşıladı beni. Sefarad bir ailenin yüzyıllar boyu süregelen yolculuğunu konu alan La Dalkavo Ora geleceğe aktarılacak bir belge özelliği de taşıyor. O gece bizler, İstanbul’dan yola çıkararak önce Yunanistan’a, oradan Auschwitz’e, daha sonra Portekiz’e ve en nihayetinde her şeyin başlangıcı olan İspanya’ya giderek harika bir görsel şölene tanık olduk. Filmin yapılış öyküsünü Yapımcı Selim Kemahlı, Yönetmen Çağlar Mallı, Oyuncu Deniz Bensusan ve film müziğini yapan Renan Koen ile konuştuk



CASE daha çok spor ağırlıklı çekimler gerçekleştiren bir prodüksiyon şirketi. Belgesel çekme fikri nasıl doğdu?
Selim Kemahlı: Beş sene önce hem spor dışında çekimler yapmak hem de uzun metrajlı film hedefimize ulaşmak için bir adım atalım istedik. İlk olarak sporla alakalı bir film çektik. Labor of Love, 24 saatlik bir otomobil yarışına katılan amatör bir takımın hikâyesini anlatıyor.

La Dalkavo Ora’yı, Ladino ile ilgili bir belgesel yapmaya nasıl karar verdiniz?
Selim: Anneannemin annesi yüz yaşına kadar yaşadı. Saraylıydı, farklı bir Türkçe konuşurdu. O zamanlar telefon defteri vardı herkesin. Bir tek onunki Latin alfabesi önden, eski Türkçe arkadan başlardı. Çocukluğunda Osmanlı imparatorluğu vardı. Sonra Cumhuriyet ile alfabe değişti ona adapte oldu. Ben askerdeydim öldüğünde. O zaman idrak ettim bir devrin kapandığını. O neslin gitmesiyle o değişimi gören kişilerin artık yaşadıklarını anlatamayacağını, artık kimsenin iki taraftan defter tutmayacağını anladım ve ona anlattırmadığım, kayıt tutmadığım için içimde burukluk kaldı. Arkadaşım Kerim Sarc, Osman Hamdi Bey’in torunudur. Babaannelerimiz çok yakın arkadaştı. Babaannesi de yüz yaşına kadar yaşadı. Bana babaannemi anlatırdı. Kendi hikâyeleri de vardı. Fransız annesi Çanakkale Savaşında hemşirelik yapmıştı. Babası Suriye’de valiydi Ermeniler geldiğinde. Bir yaz günü öldü ve yine içim gitti. Yine geri dönmeyecek, bir daha anlatılamayacak hikâyeler onunla beraber yok oldu. Ladino konusu hep aklımdaydı. Nüfusun azaldığını görüyordum. İlkokul yıllığıma baktığımda okulun yarısı gayrimüslimdi. Bunu çocukken fark etmiyorsun ama şimdi geriye dönüp baktığında çok farklı bir demografi çıkıyor. Yeniköy’de büyüdüm, yazları Büyükada’ya giderdik. Bir kültür vardı ve o kültür yok olmaya başladı. Belgesel çekme konusu gündeme geldiğinde ortağım Cem’e (Kitapçı) “Gel bu konuyu yapalım yoksa yine geç olacak, hiç yapamayacağız” dedim. Bana ilginç geliyor; bir dil var, hâlâ konuşan var ama yeni nesil konuşmuyor. O dili konuşan anneanneler gittiğinde dil de, kültür de bir şekilde beraberinde gidecek.

Kısa sürede tamamlanacak, maliyeti çok yüksek olmayan bir belgesel olarak başladınız projeye ama pek öyle olmadı…
Selim: İlk başta çekimlerini İstanbul’da yapacağımız ve iki ayda tamamlanacak bir film olarak düşündük. Ancak araştırmaya başlayınca olay değişti. 2013’te planlamaya başladık. Çekime 2015’te başladık, 2019’da tamamlandı. Çok ara verdik. Yatırımcı bulduk ama çekimlere bir hafta kala vazgeçti. CASE’in çekimlerine denk getirerek maliyetleri düşürmeye çalıştık. Filmi yaptık şimdi pazarlama kısmı başlıyor. Filmi seyirciyle buluşturma, bir yerlere taşımada maddi desteğe ihtiyacımız var. Önemli festivallere girmenin bir maliyeti var. Hâlâ maddi destek kovalıyoruz. Yükümüz hafiflerse mutlu oluruz.
 Bir karakter bizlere eşlik ediyor ve bir bakıma onun aile hikâyesi yön veriyor filme. Deniz Bensusan ile nasıl tanıştınız?
Selim: Bir karakter üzerinden gitmeye karar verince, aradığımız özellikleri de belirterek üç defa ilan verdik Şalom Gazetesine. Adaylarla görüşmeler yaptık ve Deniz’de karar kıldık. Aile hikâyesi çok ilginçti.
Deniz Bensusan: O dönemde sinema-tiyatro ile ilgileniyordum. Babamın arkadaşı İzzet Bana bir filmimi izlemişti ve Şalom’daki ilandan bahsetti bize. Konunun Ladino olduğunu öğrenince ilk başta çok istekli olmadım. Selim ile tanışıp işin içinde aile hikâyesi de olacak deyince kabul ettim. Aile hikâyem Ladino’nun en yaygın rotasına çok uygundu. Osmanlı zamanında dedem tütün eksperi olduğu için aile önce Edirne ve oradan da İstanbul’a gelmiş. Selanik’te geri kalan 60 kişi ise Holokost’ta hayatını kaybetti. Çekim sırasında Yunanistan’da kuzenimi bulmak çok ilginç oldu.

Hikâyeyi nasıl oluşturdunuz? 
Çağlar Mallı: Çekimlerden önce İspanya, Portekiz, Yunanistan ve Polonya’ya gittik, mekânları gezdik, insanları bulduk, izinleri aldık. Her gittiğin yerde bir şeyler öğreniyorsun bu yüzden hikâye organik gelişti diyebilirim. Dili omurga olarak tuttuk ama hep yan konularına girip çıktık. Bütün çekimleri bitirdikten sonra bile hikâye değişti. Elimizdeki malzemeyi görünce bunu sadece dil üzerinden bir araya getirmek yerine bir kültür üzerinden incelersek çok daha iyi olacak dedik. Çoğu kişi bu filmde Selanik Yahudi tarihini veya Yahudi Soykırımı ile ilgili bir şeyler olacağını beklemiyordu. Bizim de aklımızda yoktu ancak röportajlar bizi bu yöne sürükledi.

Yaşadığınız en büyük zorluklar neydi?
Selim: Film boyunca maddi destek aradık, hâlâ arıyoruz. Yahudi toplumunun dışından olduğumuz içinse bir endişe vardı yapacağımız filmle ilgili, bunu da çok doğal karşılıyorum. Ama bize daha fazla güvenilseydi hayat daha kolay olabilirdi bizim için. Mesela Selanik’teki arşive veya Porto’daki sinagoga giremedik. Büyükada Sinagogunda çekim izni almak için çok uğraştık. Konuyla alakalı olabilecek yetkili herkese ulaşmaya, bizimle konuşmayı kabul eden herkesle konuşmaya çalıştık. Kimin hangi kapıyı açabileceğini bilmiyorduk.

Renan, bu film sana neler hissettirdi? Müziğini nasıl etkiledi?
Renan Koen: Kendi ailemin göç yolundan etkilenmem bir yana, Sefaradların İspanya’dan kovuluşlarını takiben çıktıkları yollar bana derinden tesir ediyor. Her gittikleri yerde kendi kültürlerini, müzikleri, dile kattıkları yöresel kelimeleri ve daha birçok ögeyle yüreklerini birleştirmeleri çok dokunaklı ve kıymetli. Mevlana’nın “Dolaştım durdum toprak, gök ve denizi, Her dilde anlattım durdum, Huzur okyanusunda bir damla suda çoğaldım” demesi gibi, bir büyük coğrafya okyanusunda çoğalarak geldi Sefaradlar bugüne. Bu zenginliği keşfetmek, yaşamak, yansıtmak çok dokunuyor bana.

Deniz, annen ve anneannen belgeselde aile hikâyelerini anlatırken neler hissettiler?
Deniz: Filmden çok önce bu bilgileri yazılı olarak toplamıştım. Travmatik kısımlarını çok konuşmak istemedi anneannem hiçbir zaman. Hâlâ gözleri doluyor anlatırken. Birinci elden yaşamamış olsa da annesi ve babasının yaşadığı şeylerden söz ediyor. Ben de endişeliydim, onu rencide etmek istemiyordum ama çekimlerde çok rahat konuştular. 

Hikâyeyi Ladino anlatırlar diye düşünmüştüm. İstanbul çekimlerinde Ladino çok az duyuluyor…
Deniz: Anneannemi çok Ladino konuşurken duymadım, daha çok Fransızca konuşur arkadaşlarıyla, araya birkaç Ladino kelime ekler. Babaannem Ladino konuşurdu.
Çağlar: Ladino günlerine gittik oradan sahneler ekledik, Ladino bir şarkı söyleniyor. Üç hanımı topladık, onların konuşmaları var. Aslında röportajların bir kısmını Ladino aldık ama daha geniş bir kitleye ulaşmak istediğimizden Türkçe veya İngilizce versiyonlarını kullandık.
 
Dikkatimi çeken diğer bir konu Türkiye’de Ladino konuşan nüfusun azaldığından bahsederken göç sebeplerinden pek bahsedilmemesi. Varlık Vergisi tek satırla geçti mesela…
Selim: Varlık Vergisi konusunda durmak istedim ama yeterince sağlam görsel kaynak bulamadık Aşkale’den vs. Ayrıca röportaj yaptığımız kimseler bu konu üzerinde çok durmak istemedi. Hassas bir noktaydı ama ben de senin gibi düşünüyorum, biraz daha bu konuyu deşebilirdik.
Deniz: Konu dışına çıkıp Türkiye siyaseti analizine de dönebilirdi. Bir de toplumu koruma konusu var. Çünkü şöyle bir genelleme ile çok karşılaşıyoruz. Tek bir Yahudi çıkıp bir şey dese, bunu herkese mal etme hali var ya, ırkçılığın en temel hali. Ben de bunun münakaşasını çok verdim kendi içimde. Acaba benim söylediğim şey herkese mal olacak mı diye. Filmde kendi adıma bir şeyler söyledim, ama toplum adına söylemedim.
Çağlar: Ladino’nun kayboluş sebepleri, kültürün dilin etkisiyle ortadan kalkıp kalmadığı sorusu ve Sefarad Yahudilerinin geçirmiş olduğu evreler özelinde bir yapı kurduk ve onun etrafında ilerledik. Olaya bir Sefarad Yahudisi olarak bakmak istemedik. Öyle baksaydık çok daha içerden bir belgesel olurdu ve geniş kitleye hitap etme yolunu belki de kapatmış olacaktık.

Belgeseli nerede, ne zaman izleyebileceğiz?
Selim: Belgesel öncelikle festivallere gidecek. Şu ana kadar 22 festivale yolladık, dün bir kabul geldi. Türkiye’de düzenlenen festivallere de katılmak için girişimlerde bulunuyoruz. Festivallerden sonra özel gösterimler olabilir, etkinliklere davet edilirsek memnuniyetle filmi gösteririz.

Film ilk izleyicisiyle buluştuğuna göre, Ladino ile ilgili fikirleriniz değişti mi?
Deniz: Filme ilk başladığımızda ben daha siyah-beyaz bakıyordum konuya; Ladino kalacak mı kalmayacak mı… Ama İspanya çekimlerinde ontolojik anlamı değişti, var olmak ne demek soruları üzerine yoğunlaşmaya başladı. Ladino dilinin çok farklı yerlere gittiğini gördüm. Bir dilin konuşulması veya konuşulması onun hakkında çok fazla şey bildiğimiz anlamına gelmiyor. Ladino’yu kaybetmek doğru bir kelime değil. Ladino değişti. Ladino’nun pratiği de değişti. Bir süre sonra konuşulmayacak bu dünyanın bir gerçeği. Ladino’nun artık belgelenme süreci başladı; akademide kullanılacak, edebiyatçılar inceleyecek belki bir şeyler yazmaya devam edecekler.
Çağlar: Karen Şarhon röportajında bir dilin kendi toprakları dışında evrilerek ve kendisine devamlı bir şeyler katarak 500 sene boyunca devam etmesinin büyük bir başarı olduğunu ve Ladino’nun bir istisna olduğunu söylemişti. Filmi yaparken bunu gördük. Sefarad kültürünün daha çok dışa, keşfetmeye, kendini yenilemeye ve yeni kültürlerle kendini devamlı adapte edip geliştirdiğini gördük. Kordoba Casa Sefarad’ın Direktörü Sebastian de la Obra ile yaptığımız röportaj önemliydi. “Herkes kökleri olduğunu düşünür ama gerçekte bacaklarımız var” diyordu. Hiçbir şey aynı kalmayacak, öğrendiğin ve yaşadığın şeylerle onlar da dönüşecek, kültür evrilecek demek istiyordu. Film çekimi sırasında yeni bir kültür ve dil hakkında çok fazla şey öğrendim ve kendime çok şey kattığını gördüm. O açıdan çok yorucu ama güzel bir süreç oldu. Bir noktada bu film hiç bitmeyecek dedik. Bitirdiğimiz için mutluyuz ama kafamızda hiç bitmiyor. Keşkeler hep kalıyor.
Karel Valansi, Şalom Gazetesi 26 Haziran 2019 http://www.salom.com.tr/haber-111021-la_dalkavo_ora_son_saat.html

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Survivor Hayim’in gerçek dünyası - Söyleşi

Hayim, çok sevdiğim bir arkadaşımın kuzeni. Aklı başında, ne istediğini bilen biri. Askerlik dönüşünde ani bir kararla Survivor yarışmasına katıldığını duyduğumda çok şaşırmıştım. Pek spor yapmayan, atletik olmayan biri neden zor koşullarda, dayanıklılık, irade ve güç isteyen bir televizyon programına katılır? Bunları konuşurken, sayesinde takip etmeye başladığım Survivor ile ilgili tüm merak ettiklerimi de sordum; kameralara yansımayan gizli bir tuvalet var mıydı, ya da yayın bitince gidilen lüks bir otel? Begüm’le arasında bir yakınlaşma oldu mu, Merve neden pişman oldu yarışmaya katıldığına? İşte Sabah Gazetesinden Yüksel Aytuğ’un teşekkür ettiği, seyircilerin filozof olarak tanımladığı Hayim ve Survivor yarışmasının bilinmeyenleri… Survivor maceran nasıl başladı? Katılmak nereden aklına geldi? Arkadaşlarımla uzun süredir Survivor’u takip ediyorduk. Hep katılmak istiyordum ama televizyona çıkmak beni korkutuyordu. Geçen sene iki yakın arkadaşım Dominik’e gittiler. Yarışmacıları

Her yaşam bir roman - Panama´daki Türk Yahudileri

Panama´da hızla büyüyen bir Yahudi yaşamı var. Café con Teclas kitabının yazarı gazeteci Sarita Esses´in yanı sıra Antakyalı Eli Cemal, Mersinli Musa İlarslan, Trakya kökenli Julia Kohen de Ovadia ve kuzeni İstanbullu Çela Alkabes de Eskinazi ile göç hikayelerini ve Panama´daki yaşamlarını konuştuğumuz keyifli bir sohbet sizleri bekliyor. Julia Kohen de Ovadia İstanbul doğumluyum. Babam Çanakkaleli Aron Kohen, annem ise Çorlulu Suzi Bahar.  Seneler evvel büyükbabamın eltisi Meksikalı Sultana genç yaşta çocuksuz dul kalınca küçük teyzem Donna’yı yollamasını istedi anneannemden. Donna da Sultana teyzesiyle yaşamak için Meksika’ya gitti. Orada eniştem Moises Mizrachi ile tanıştı ve evlenerek Panama’ya taşındı. Büyükbabam Nessim Bahar vefat edince anneannem Coya, ablam Malka ile iki aylığına kızını görmeye Panama’ya gitti. Ancak orada ablam eniştemle tanıştı, evlendi ve hayatını Panama’da kurdu. Dört çocuğu ve on torunu var. Ablamın düğünü için Panama’ya geldiğimizde ben Saint Pulcherie’de

Karel´den Mario´ya veda…

Kelimeler acı veriyor be Mario! Zormuş senin hakkında bir veda yazısı yazmaya oturmak. Biliyorum, seçmeye çalıştığım hiçbir kelime yaşadığım üzüntüyü aktarmaya yetmeyeceği gibi, seni anlatmaya da yetmeyecek. Bir de şu var. Bu yazıyı bitirip yolladığımda ve basılıp gazetede okuduğumda senin gitmiş olduğun kesinleşecek, oysa daha çok erken! Şu an ne isterdim biliyor musun, veda yazısı yerine senin başarılarını, yeni kitaplarını, söyleşilerini yazmak, seninle yine bir röportaj yapmak. Sevgili hocam, sevgili dostum, öykülerimi ilk okuyanım, edebi yönümü en çok destekleyenim, hiç tanımadığım yazarların hiç duymadığım kitaplarıyla beni tanıştıran.  İzlediği ilginç filmleri benimle paylaşan, tartışan… “Merhaba” diye başlarsın yaratıcı yazarlık derslerine, sonra eklersin “merhaba demek benden sana zarar gelmez demektir,” diye. Koca kalbinle kimseyi üzecek, kıracak bir söz dahi etmediğinden eminim. Günlerdir seni anıyorum. “Twitter’da olmalısın” deyip sana hesap açışımızı, özene bezene seçtiğin