Ana içeriğe atla

Kahraman gibi

Geçenlerde, önemli bir toplantıya tam on dakika kala binanın açık otoparkına girdim. Boş tek bir yer var önümde ve iki araba daha orayı gözüne kestirmiş durumda. O son park yerini görmemem için dua ettiklerini uzaktan bile hissedebiliyordum. En yakın otopark on beş dakika yürüme mesafesinde, yani o yere park etmem şart. Şehir insanının günlük yaşam savaşı işte bu park yerleri.
Bu kadar yoğun bir saatte o park alanının boş kalmasının bir sebebi varmış meğer. Bir kendini bilmez, park edilmez yere park edip önünü tıkadığından, iki araba arasındaki o son yere girebilmek için gereken manevra alanını neredeyse yok etmiş. Araba büyük, alan dar, yolun sağında ve solunda iki kovboy beni pür dikkat izliyor. Öğle güneşi altında sırtımdan aşağıya ter damlaları süzülürken, beynimde geç kalma sıkıntısının yarattığı tik-tak sesleri çınlıyor.
Ama bir dakika, İstanbulluyum, ben! Başaramayıp bir park yerinden vazgeçmek yakışık almaz. “Hadi oğlum Naim!” (Süleymanoğlu) diye kendimi gaza getirerek bu mücadeleyi birkaç manevrada hallettim. Ve şimdi başarının keyfini çıkarma zamanı. Saklamayacağım, o iki arabanın kös kös önümden geçip otoparkın çıkışına doğru gidişlerini yüzümde geniş bir gülümseme ile izledim.
Özgüven 1500 olmuş bir kere, arabanın kapısını hızla açtım. Kendimden oldukça emin, mutlu, egosu tavan yapmış bir şekilde dışarı çıktım… Çıktım ama bir de ne göreyim? Bu başarımı alkışlayan yok, tebrik eden bir topluluk da birikmemiş, ne balonlar ne konfetiler, bir motivasyon şarkısı bile çalmıyor! Koca otoparkta, güneşin altında bir başımayım...
Bu var olduğundan haberdar bile olmadığım, kendi başına komik beklentim keyfimi daha da yerine getirdi. Yüzümde kocaman bir gülümsemeyle ‘I’ve got the power’ şarkısını mırıldana mırıldana toplantı salonuna doğru ilerledim.
Sizin de başınıza gelmiştir. Tam kapılar kapanırken metroya veya vapura yetiştiğinizde, bir bulmacayı hiç yardım almadan tamamladığınızda, yağmurlu bir günde taksi bulduğunuzda, favori lokantanızda tüm kalabalığa rağmen garson size bir yer ayarladığında, en sevdiğiniz müzik grubunun konser bileti için uzun kuyrukta sabırla bekleyip o en değerliyi elinize aldığınızda, zorlu bir antrenmanı tamamladığınızda veya sadece ihtiyacı olan birine yardım ettikten sonra onun teşekkürüne sahip olduğunuzda hissettiğiniz mutluluk, özgüven, coşku hissi bahsettiğim.
İşte tam da o kısacık anda, birdenbire gökyüzü aydınlanır, güneş daha bir parlar, içinizde havai fişekler patlar. Çevredeki tüm gürültüler azalır, görüntüler flulaşır, spot ışıkları size döner ve işte günün kahramanı oluverirsiniz! Onaylayan ve takdir eden bakışlar altında bir anda büyür, tüm gününüze yetecek kadar özgüven ve mutluluk kazanırsınız.
Ne derseniz deyin herkesin böyle küçük anlara ihtiyacı var. Günlük yaşamda ufak bir pencere açan bu minicik ve zararsız mutluluklara. Ben buna Hollywood etkisi diyorum. Hani her başarı bir şekilde takdir edilir, hiçbir şey sonuçsuz kalmaz. Hani büyük aşklar, büyük savaşlar, büyük acılar yaşanır ama en nihayetinde hikâye mutlaka ama mutlaka mutlu sona bağlanır. Hani her üzüntülü sahnede yağmur yağar, şehre kasvet çöker ama her mutluluk anına güneş ve mavi gökyüzü hatta şanslıysanız gökkuşağı şahitlik eder. İşte biz de bunları yaşıyoruz hayatımızın dekorunda. Mutlu olunca, başarılı hissedince her şey güzel gözüküyor gözümüze, imkânsız diye bir şey kalmıyor karşımızda. Bu küçücük anlar, bu masum kahramanlıklar güç veriyor, eğlendiriyor, neşelendiriyor tüm sıradanlıkların arasında.
Ve müzik. Filmler müzik olmadan bu kadar etkili olabilirler miydi? Hiç sanmam. Tıpkı benim o otoparkta mırıldandığım şarkı gibi birçok şarkı beynimize kazınmış, bize eşlik etmeye hazır sırasını bekliyor. Müzikal filmlerdeki gibi, nereden çıktığı belli olmayan dansçılar, şarkıcılar olmasa da, hayatımız tıpkı o filmlerdeki gibi fonda bir müzikle sürüp gidiyor. İtiraf edin, Rocky Balboa’nın sokakta antrenman yaptığı o ünlü sahnede çalan ‘Eye of the tiger’her sporu daha azimle yapmanızı sağlıyor. Ya da sevdiğiniz adamdan ayrıldığınızda bir Sezen Aksu şarkısı, hayata yeniden karışmaya karar verdiğinizde ise ‘I will survive’ size eşlik ediyor.
Bu kısacık anlarda işte hikâyenin ana kahramanı, filmin başrol oyuncusu oluveriyorsunuz. Bu keyfi doyasıya yaşayın. Kendi hayatınızın başrolünü elinize alın. Podyumların en ünlü mankeni gibi özgüvenle yürüyün sokaklarda. Dünyanın en iyi konuşmacısı gibi söz alın toplantılarda. Bir aile filminin kahramanı gibi çılgınca vakit geçirin çocuklarınızla. Deli gibi aşık olun ve hanımlar öpüşürken tek bacağınızı hafifçe yukarı kaldırmayı unutmayın sakın.
Sahneyi kendi istediğiniz gibi düzenleyebileceğinizi biliyorsunuz artık. Duruma en uygun müziği aklınıza yerleştirin ve başlayın gerçekten filmlerdeki gibi yaşamaya. Hayat sizin, başrol sizin. Bu hikâyenin ana kahramanı sizsiniz, yedek oyuncu olmakla yetinmeyin. Hemen yok edin beyninizden geçen o kara bulutları, güneş parlasın gökyüzünde, etrafınızda dansçılar sizi bekliyor, müzik başladı bile… Ve sahne!
*
“Yazarımız seyahatte olduğundan...” diyen soğuk ve boş bir köşe bırakmaya gönlüm el vermedi. Umarım bu kahreden gündemden bir damla soluklanmanızı başarabilmişimdir. Görüşmek üzere!
Karel Valansi 26 Ağustos 2015 Şalom gazetesi OBJEKTİF
http://www.salom.com.tr/haber-96264-kahraman_gibi.html

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Survivor Hayim’in gerçek dünyası - Söyleşi

Hayim, çok sevdiğim bir arkadaşımın kuzeni. Aklı başında, ne istediğini bilen biri. Askerlik dönüşünde ani bir kararla Survivor yarışmasına katıldığını duyduğumda çok şaşırmıştım. Pek spor yapmayan, atletik olmayan biri neden zor koşullarda, dayanıklılık, irade ve güç isteyen bir televizyon programına katılır? Bunları konuşurken, sayesinde takip etmeye başladığım Survivor ile ilgili tüm merak ettiklerimi de sordum; kameralara yansımayan gizli bir tuvalet var mıydı, ya da yayın bitince gidilen lüks bir otel? Begüm’le arasında bir yakınlaşma oldu mu, Merve neden pişman oldu yarışmaya katıldığına? İşte Sabah Gazetesinden Yüksel Aytuğ’un teşekkür ettiği, seyircilerin filozof olarak tanımladığı Hayim ve Survivor yarışmasının bilinmeyenleri… Survivor maceran nasıl başladı? Katılmak nereden aklına geldi? Arkadaşlarımla uzun süredir Survivor’u takip ediyorduk. Hep katılmak istiyordum ama televizyona çıkmak beni korkutuyordu. Geçen sene iki yakın arkadaşım Dominik’e gittiler. Yarışmacıları

Bu çocuğa dikkat! Adını çok duyacaksınız

Ralfi Kanyas ile tanıştırmak istiyorum sizleri. Çok özel bir genç. 22 yaşında hem medya iletişim üçüncü sınıfta okuyor hem de Hürriyet Ege’de muhabir olarak çalışıyor. 16 yaşında karşıdan karşıya geçerken bir arabanın çarpmasıyla hayatı değişiyor. Tekerlekli iskemleye bağlı kalmanın tüm zorluklarına rağmen hayata daha da sıkı tutunuyor. Başta zorluk çekse de önce ailesi sonra da arkadaşları ona güç veriyor ve engel tanımaz oluyor. Şimdi hem katıldığı gönüllü çalışmalarla, hem de gazete yazılarıyla engellilerin hayatında bir fark yaratmaya çalışıyor. Geleceğin başarılı gazetecisini şimdiden tanıyın istedim. Karel Valansi

Shai Cohen: “Israel is more than willing to facilitate the life of the civil population in the Gaza strip”

Since the press leak during the Zurick meeting we are discussing the Turkish-Israeli reconciliation. I wanted to ask Shai Cohen, the Consul General of Israel in Istanbul, about the latest developments in the region as well as the reasons and outcomes of these negotiations. I want to thank him especially as I know he does not talk to any journalists right now and accepted my request Karel Valansi Since the press leak during the Zurich meeting, we are discussing the reasons and possible outcomes of Turkish-Israeli reconciliation. In what stage are the negotiations? The Zurich meeting has anchored three Turkish conditions which are the apology, the compensation and the Gaza issue. According to some reports in the media, which I cannot confirm, there are Israeli conditions which is the condition of withdrawal of lawsuits that have to do with the Mavi Marmara incident. The condition that is already met by Israel more than two years ago is the apology. Regarding the compensatio