Ana içeriğe atla

Duvarlara hayat veren ressam Diego Rivera

“O, benim gözümde bir devdi”

Yirminci yüzyılın en önemli sürrealist ressamlarından Frida Kahlo böyle tanımlıyor iki kere evlendiği, duvarlara hayat veren ünlü ressam Diego Rivera’yı. Kendisini sakat bırakan, yıllar boyunca yatağa ve sıkı korselere mahkûm eden ciddi bir trafik kazası geçiren Kahlo, “hayatımın bu kazadan sonra en büyük felaketi Diego ile tanışmak” da diyor sevgilisini anlatırken.
Fırtınalı bir aşktı onlarınki. Tüm hırslarına, farklı önceliklerine, sayısız aldatmalarına, şiddetli kavgalarına rağmen hiçbir zaman birbirlerinden kopamadılar.

İşte bu yüzden Diego Rivera’dan bahsetmeden Frida Kahlo’yu anlamak mümkün değil.
“ 13 Temmuz 1954, yaşamımın en trajik tarihi. Büyük aşkım Frida’yı sonsuza kadar kaybettiğim gün, o gün. Hayatımın en harika döneminin Frida’ya aşık olduğum dönem olduğunu, artık çok geç de olsa anladım. Bir kadını ne kadar çok seversem, ona o kadar çok acı çektiriyordum. Ve Frida bu iğrenç huyumun en bariz kurbanıydı.”

Frida Kahlo’yu anlatmadan da Diego Rivera’yı tanımlamak eksik kalır.
“Gecelerim sürekli seni arıyor...
Bedenim birkaç sokağın, ya da adi bir coğrafyanın bizi ayırdığını anlamıyor.
Bedenim gecenin ortasında senin gölgeni görememekten dolayı acıdan çıldırıyor.
Bedenim uykunda sana sarılmak istiyor.
Bedenim gece uyumak ve karanlıkta senin öpüşünle uyanmak istiyor.
Gecelerim bundan daha zalim bir düş tanımıyor.”

Frida Kahlo’nun şöhreti ve dünya çapında ikonik bir simge haline gelmesiyle, karısının ününün gölgesinde kalmış gibi gözükebilir Diego Rivera. Ancak o, yirminci yüzyılın en önemli ressamlarından biri olmasının yanı sıra, fresk sanatını ABD ve Latin Amerika’da tekrar canlandırarak modern sanat ile mimaride kullanılmasına ön ayak oldu. Meksika’da bir sanat devrimi gerçekleştiren, eserleriyle uluslararası camiayı derinden sarsan Rivera, çalışan sınıfın sorunlarını irdeleyen eserleri ile ABD Başkanı Franklin D. Roosevelt’in Büyük Buhran döneminde milyonlarca niteliksiz işsize devlet projeleri sayesinde iş sağlayan WPA (Work Progress Administration) projesine de ilham kaynağı oldu.

‘Şeytanın Et ve Kemiğe Bürünmüş Hali’
Tam adı Diego María de la Concepción Juan Nepomuceno Estanislao de la Rivera y Barrientos Acosta y Rodríguez olan Diego Rivera, 8 Aralık 1886’da Meksika’da doğdu. İspanyol asıllı liberal bir baba ile Yahudilikten Katolikliğe geçmiş bir annenin genç yaşta Ateist ve Komünist olduğunu açıklayan oğlu Diego. İkiz kardeşini iki yaşını göremeden kaybeden Diego, haylazlığı ve hayal gücü ile her zaman dikkatleri üzerine çekmeyi başardı. Ailesinin “şeytanın et ve kemiğe bürünmüş hali” olarak tanımladığı küçük Diego, kendisini yüceltecek efsaneler yaratmaya daha o yaşlarda başladı. Annesinin ikizleri doğururken öldüğünü ancak ertesi gün tekrar gözlerini açtığını anlatan Rivera, Meksika Devrimi’nde savaştığını da ileri sürdü. Doğru olup olmadığı hâlâ sanat çevrelerinde tartışılan bu bilgi, adının yaşarken efsaneleşmesinin önünü açtı. Diego Rivera’nın efsane olduğu diğer bir konu ise kadınlarla olan ilişkilerindeydi. Pek de yakışıklı sayılamayacak Rivera, hayatı boyunca dönemin en güzel kadınlarıyla, hatta çoğu zaman birkaçı ile aynı anda birlikte oldu. Sevgililerinden biri olan Rus Marievna Stebelska’nın Rivera’yı çıplak resmetmesiyle hakkındaki efsane de katlanarak çoğaldı. Erkekliği hakkında anlatılan detaylar, otobiyografisine yardımcı olan yazar Ramon Gomez de la Serna’yı bile şaşkınlığa uğrattı.
Babasının askeri eğitim almasını arzuladığı Diego’nun sanat kabiliyeti küçük yaşta keşfedildi. Gündüzleri yaşıtlarıyla ilkokula giden on yaşındaki Diego, akşamları önemli güzel sanatlar akademilerinden San Carlos’a devam etti. Bir öğrenci eylemine katıldığı için San Carlos’tan atılan 16 yaşındaki Rivera, daha sonra affedilse de, kazandığı bir burs ile sanat eğitimine devam etmek üzere İspanya’ya gitti.

Picasso ile Montparnasse
Avrupa kültürünü daha yakından tanımak için çıktığı Fransa, Belçika, Hollanda ve İngiltere yolculuklarında Realizm ve Sembolizm gibi birçok sanat akımının etkisinde kaldı. Avrupa’da kaldığı 14 yılın 9’u boyunca Paris’te yaşadı. Pablo Picasso ve Amedeo Modigliani gibi önemli sanatçılarla dost olan Rivera, eserleriyle Picasso’nun hayranlığını ve desteğini de kazandı.
Post-Empresyonizm akımına, Henry Rousseau ve Renoir’ın eserleriyle hayran kalan Rivera, Cézanne’ın resim kompozisyonu, Matisse’in renk kullanımı, Gauguin’in folklorik sanat konusundaki ustalıklarından etkilendi.
Meksika’da açtığı sergi Devlet Başkanı Porfirio Diaz’ın eşinin desteğiyle büyük ilgi görürken, kendi stilini tam bulamadığı bu dönemde Paris’te açtığı sergiler aynı derecede başarı kazanamadı.
1920’de Rönesans dönemi fresklerini incelemek üzere İtalya’ya gitti. Bu döneme ait eserler, yeni ve çağ açacak fresk devrimi için Rivera’ya gereken alt yapıyı ve ilhamı da beraberlerinde getirdi. Ülkesindeki Halk Devrimi (1914-1915) ve Rusya’daki Bolşevik Devrimi’nden (1917) etkilenmiş olan Rivera, ‘toplum için sanat’ yapabileceği ve fikirlerini savunabileceği aracı bulmuştu sonunda.

Büyük Umutlar, Büyük Hedefler
Büyük umutlar ve projelerle 1921 yılında Meksika’ya dönen Diego Rivera’ya reformist Devlet Başkanı Alvero Obregon da eğitimin toplumsal sanattan geçtiğine inandığını belirterek destek verdi. Preparatoria okulunun duvarlarında çalışırken birçok kez sağcı öğrencilerin saldırısına uğrayan Rivera, belinde tabancayla çalışmaya başladı. Bu proje sırasında okulda öğrenci olan ve ileride ikinci karısı olacak Frida Kahlo ile tanıştı.
Bu dönemde Rivera’nın, toplumsal umutlarını, milliyetçi duygularını, tarihsel ve folklorik öğelerle pekiştirdiği resimleri devlet dairelerinin duvar ve tavanlarını süslemeye başladı. Chapingo Üniversitesi’nin duvarına yaptığı ‘Yeryüzü Şarkısı’ adlı eserinde ilk kez kala çiçeği taşıyan kadın figürünü resmetti. Sonraki dönemlerde birçok farklı eserinde kadın ve kala çiçeğini kullanan Diego Rivera için bu en sevdiği tema ve bir bakıma sembolü oldu. Çiçek taşıyan emekçi kadın ‘iyi yükü’ temsil ediyordu.
Ülkesindeki çalışmalarıyla fresk sanatında bir çığır açan Rivera, 1922 yılında Meksika Komünist Partisi’nin kurucu üyesi olur ve partinin çıkardığı gazetede editörlük görevini üstlenir. 1927 yılında parti yetkilileri ile birlikte devrimin onuncu yıl kutlamaları için Sovyetler Birliği’ne davet edilir. Burada Moskova’daki Kızıl Ordu Kulübü’nün duvarına bir fresk yapması için teklif alır. Ancak işler yolunda gitmez. Stalin ile tanıştığında hayal kırıklığına uğrayan Rivera, kabul ettiği resmi bir türlü tamamlayamaz. Devletle olan sıkı bağları nedeniyle eleştirilen Rivera 1929 yılında partiden kovulunca, Moskova’daki işinden de olur. İlk karısından boşanan Rivera, birkaç ay içinde genç hayranı Frida Kahlo ile evlenir.

Fırtınalı evlilik
Rivera ve Kahlo evliliklerini hep uçlarda yaşadılar. Birçok defa birbirlerini aldatan çift yaşananlara rağmen birbirlerinden kopamaz. Rivera’nın Frida’nın kardeşi Cristina ile birlikte olduğu ve bu ilişkiden bir çocuk doğduğu rivayet edilirken, Kahlo’nun Bolşevik siyasetçi Lev Troçki ile ilişkisi ortaya çıkar. Büyükada sürgününden sonra 1937 yılında Meksika’ya gelen Troçki ve eşi, Rivera ile Kahlo’nun evinde bir süre misafir kalır. Rirvera ile Kahlo’nun kısa bir süreliğine boşanmaları da bu döneme rast gelir. 1940 yılında öldürülmesinden kısa bir süre önce Troçki ile sert bir şekilde tartışan Rivera, cinayet soruşturması sırasında kendini savunmak zorunda kalır.
Frida ile Diego’nun hiçbir zaman çocukları olmaz. Frida, Diego’dan üç defa hamile kalır ancak her seferinde düşükle sonuçlanır. Kahlo’nun en şok edici eserleri de ölü fetüsü bir kavanozda resmettiği eserleri olur.
Bir diğer ilginç nokta, Yahudi ve Katolik kökenine rağmen yaşamı boyunca hep Ateist olduğunu vurgulayan Rivera’ya karşın Kahlo’nun hep yarı-Yahudi olduğunu söylemesidir. Babasının Yahudi asıllı bir Macar olduğunu açıklayan Kahlo’nun aksine 16. yüzyıla kadar aile ağacını inceleyen araştırmacılar babasının Yahudi değil, Alman kökenli olduğunu kanıtladılar. Sanat tarihçileri Kahlo’nun bu seçimiyle Nazi vahşetinden kendini soyutlama yoluna gittiğini düşünüyorlar.

Amerikan Rüyası
Ünü ülke sınırlarını aşan Rivera’ya, 1930’da kapitalist dünyanın başkenti, Büyük Buhran altında ezilen ABD’den de teklifler gelmeye başlar. San Francisco’da ilk işini alan Rivera, daha sonra Henry Ford için Detroit Sanat Enstitüsü projesini gerçekleştirir. Makinelerin işleyişine ve endüstriyel devrime hayranlığı ile bilinen Rivera için Ford otomobil fabrikasının işleyişini izlemek sıra dışı bir deneyimdi. İşçilerin zorlu çalışmaları ile kapitalizmin zayıf politik tabanı olduğunu simgeleyen eser, Henry Ford tarafından pek tasvip edilmese de, oğlu Edsel Ford tarafından desteklendi. Bu resim, günümüzde Rivera’nın ABD’deki en önemli eseri sayılıyor.
New York’a davet edilen Rivera, New York Modern Sanatlar Müzesi MOMA’da, Matisse’den sonra adına kişisel sergi açılan ikinci isim oldu. Rivera ayrıca Rockefeller’ların New York Beşinci Cadde’deki merkezlerinin lobisi için ‘Dörtyol Ağzındaki Adam’ adlı bir duvar resmi için anlaşır. Yirminci yüzyılın politik, sosyal, endüstriyel ve bilim olanaklarının gelişeceği bir dünyayı anlatacak resme, başarılarından aldığı cesaretle, patronlarını provoke edecek bir değişiklik yapar. Vladimir Lenin’in portresini ekleyen Rivera, bu figürü çıkarmama kararında direnince, Rockefeller ailesi kendisine ödemeyi yapar ancak söz konusu resmi parçalayarak yok eder. Rockefeller’dan aldığı ücret ile Rivera, bu resmin küçük bir versiyonunu aynı yıl Independent Labor Institute binasına yapar.
Bu büyük skandaldan sonra ABD’de fazla iş bulamayan Rivera ülkesine geri döner. Meksika’da bir kahraman olan Rivera’nın Amerika macerası halen Meksika’da yayınlanan yazı ve tanıtımlarda pek anlatılmaz.
Rivera’nın ABD macerası pek uzun süreli olmasa da etkisi büyük oldu. Amerikalı sanatçılar Rivera sonrasında toplum sorunlarını işleyen eserler vermeye başladılar.

Son yılları
Ülkesine dönen Rivera, burada da yaptığı eserler nedeniyle problemler yaşadı. Güzel Sanatlar Binası için hazırladığı resme Stalin ve Mao Tse-tung’un portrelerini eklemesi nedeniyle fresk binadan kaldırıldı. Hotel Reforma için yaptığı resim ise izni olmadan yok edildi. Katolik Meksika’da Hotel del Prado için yaptığı resme “Tanrı Yoktur” yazan Rivera’nın eseri uzun süre halka açılmadı. ‘Alameda’da Bir Pazar Öğleden Sonra Rüyası’ adlı bu eser, sanatçının otobiyografisini içeren, hayatındaki tüm önemli kişi ve olayları anlattığı en başarılı resimlerinden biri. Ölümünden kısa süre önce Kilise ile arasını düzeltmek isteyen Rivera, resimden bu sözleri silerek iç huzura kavuşmak istedi.
Rivera birçok farklı şekilde Komünist Parti’ye yeniden kabul edilmenin yollarını aradı ancak Troçki ile olan dostluğu ve uygunsuz Stalin portreleri nedeniyle her seferinde reddedildi. Ancak 1953 yılında Komünist Parti’ye tekrar girebildi.
1954 yılında Kahlo’nun ölümüyle oldukça sarsılan sanatçı, buna rağmen birkaç ay içinde menajeri ile 3. evliliğini yaptı. Diego Rivera 1957 Kasım’ında Meksika şehrinde kalp yetmezliğinden hayatını kaybetti.

XX. yüzyılın en önemli sanatçılarından biri
Diego Rivera resimlerinde kullandığı çarpıcı renkler, cesur ve yalın anlatımı, folklorik öğeler ile Aztek ve Maya kültürüyle başarıyla birleştirdi. Meksikalıların günlük hayatını resmeden Rivera, resimlerinde çalışan sınıfın ve Meksika yerlilerinin yaşamlarını anlatırken yarattığı anıtsal değerde fresklerle ölümsüzleşti.
Rivera sanat yaşamı boyunca aykırı ve çelişkili olmakla suçlandı. Komünist bir sanatçının ABD’nin en önemli şirketlerinin iş tekliflerini kabul etmesi bir yana, sanatın özel galeriler yerine halkın ulaşabileceği yerlerde olmasını savunurken MOMA’da sergi açması, sosyeteye mensup kişilerin portrelerini yapması da yadırgandı.
Birçok sergi ve müzenin yanı sıra dünyanın birçok yerinde ama özellikle Meksika’da Rivera’nın eserleri görülebilir. 2010 yılından itibaren Meksika Merkez Bankası 500 Peso’luk banknotlarının bir yüzünde Diego Rivera’nın diğer yüzünde Frida Kahlo’nun resmini kullanıyor. 2011 yılında MOMA, Rockefeller skandalından 80 yıl sonra Diego Rivera ile ilgili bir sergi daha açtı. 8 Aralık 2011’de Google firması ise bir doodle hazırlayarak sanatçının doğumunun 125. yılını kutladı.

Karel Valansi
Şalom Dergi Nisan sayısı



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Survivor Hayim’in gerçek dünyası - Söyleşi

Hayim, çok sevdiğim bir arkadaşımın kuzeni. Aklı başında, ne istediğini bilen biri. Askerlik dönüşünde ani bir kararla Survivor yarışmasına katıldığını duyduğumda çok şaşırmıştım. Pek spor yapmayan, atletik olmayan biri neden zor koşullarda, dayanıklılık, irade ve güç isteyen bir televizyon programına katılır? Bunları konuşurken, sayesinde takip etmeye başladığım Survivor ile ilgili tüm merak ettiklerimi de sordum; kameralara yansımayan gizli bir tuvalet var mıydı, ya da yayın bitince gidilen lüks bir otel? Begüm’le arasında bir yakınlaşma oldu mu, Merve neden pişman oldu yarışmaya katıldığına? İşte Sabah Gazetesinden Yüksel Aytuğ’un teşekkür ettiği, seyircilerin filozof olarak tanımladığı Hayim ve Survivor yarışmasının bilinmeyenleri… Survivor maceran nasıl başladı? Katılmak nereden aklına geldi? Arkadaşlarımla uzun süredir Survivor’u takip ediyorduk. Hep katılmak istiyordum ama televizyona çıkmak beni korkutuyordu. Geçen sene iki yakın arkadaşım Dominik’e gittiler. Yarışmacıları

Her yaşam bir roman - Panama´daki Türk Yahudileri

Panama´da hızla büyüyen bir Yahudi yaşamı var. Café con Teclas kitabının yazarı gazeteci Sarita Esses´in yanı sıra Antakyalı Eli Cemal, Mersinli Musa İlarslan, Trakya kökenli Julia Kohen de Ovadia ve kuzeni İstanbullu Çela Alkabes de Eskinazi ile göç hikayelerini ve Panama´daki yaşamlarını konuştuğumuz keyifli bir sohbet sizleri bekliyor. Julia Kohen de Ovadia İstanbul doğumluyum. Babam Çanakkaleli Aron Kohen, annem ise Çorlulu Suzi Bahar.  Seneler evvel büyükbabamın eltisi Meksikalı Sultana genç yaşta çocuksuz dul kalınca küçük teyzem Donna’yı yollamasını istedi anneannemden. Donna da Sultana teyzesiyle yaşamak için Meksika’ya gitti. Orada eniştem Moises Mizrachi ile tanıştı ve evlenerek Panama’ya taşındı. Büyükbabam Nessim Bahar vefat edince anneannem Coya, ablam Malka ile iki aylığına kızını görmeye Panama’ya gitti. Ancak orada ablam eniştemle tanıştı, evlendi ve hayatını Panama’da kurdu. Dört çocuğu ve on torunu var. Ablamın düğünü için Panama’ya geldiğimizde ben Saint Pulcherie’de

Karel´den Mario´ya veda…

Kelimeler acı veriyor be Mario! Zormuş senin hakkında bir veda yazısı yazmaya oturmak. Biliyorum, seçmeye çalıştığım hiçbir kelime yaşadığım üzüntüyü aktarmaya yetmeyeceği gibi, seni anlatmaya da yetmeyecek. Bir de şu var. Bu yazıyı bitirip yolladığımda ve basılıp gazetede okuduğumda senin gitmiş olduğun kesinleşecek, oysa daha çok erken! Şu an ne isterdim biliyor musun, veda yazısı yerine senin başarılarını, yeni kitaplarını, söyleşilerini yazmak, seninle yine bir röportaj yapmak. Sevgili hocam, sevgili dostum, öykülerimi ilk okuyanım, edebi yönümü en çok destekleyenim, hiç tanımadığım yazarların hiç duymadığım kitaplarıyla beni tanıştıran.  İzlediği ilginç filmleri benimle paylaşan, tartışan… “Merhaba” diye başlarsın yaratıcı yazarlık derslerine, sonra eklersin “merhaba demek benden sana zarar gelmez demektir,” diye. Koca kalbinle kimseyi üzecek, kıracak bir söz dahi etmediğinden eminim. Günlerdir seni anıyorum. “Twitter’da olmalısın” deyip sana hesap açışımızı, özene bezene seçtiğin