Ana içeriğe atla

‘Atatürk akılcılığına sıkı sıkı sarılalım’


Sıra dışı bir adam: Celâl Şengör

Dr. Ali Mehmet Celâl Şengör, jeoloji dendiğinde akla gelen ilk isimlerden. Bu konuda 19 kitap, 276 bilimsel makale yayınlamış bir bilim insanı. Tarih ve felsefe ile ilgili de bir çok popüler makalenin sahibi. Biz onu bir de Fatih Altaylı ile yaptığı TV programlarından ve çok farklı, gündem oluşturan açıklamaları ile biliyoruz. Geçtiğimiz pazar günü Limmud’a katılan Şengör’e röportaj teklif ettiğimde hem hemen kabul etti, hem de muhteşem kütüphanesini tanımam için evine davet etti. Bu röportajı bizim o günkü keyifli sohbetimizden derledim.

Jeoloji ile ilginiz nasıl başladı, nasıl gelişti?

Çok küçükken annem bana bir kitap aldı. Üzerinde bir brontozorun kafası vardı, görmediğim hayvanlar ilginç şeyler diye düşündüm. İlkokul öğretmenim bir fen ve tabiat ansiklopedisi hediye etti. Orada bir paleontoloji bölümü vardı. Çok ilgimi çekti. Meraklıydım. Bir mikroskop seti alındı orada sinekleri inceliyordum. Yazları sık sık Bursa’ya giderdik. Anneannem ve dedem orayı çok severlerdi. O zaman oralarda hiçbir şey yoktu, etraf şahaneydi. Anneanneciğim beni alır Uludağ’a, Karapınar’a pikniğe götürürdü. O bende tabiata karşı büyük bir sevgi uyandırdı. Bu arada Jules Verne’in “Arzın merkezine yolculuk” kitabını okudum ve Profesör Lidenbrock’a aşık oldum.



Benim favorim “Denizler altında yirmi bin fersah”, bayılırdım…

Ağzımdan aldın: İkinci Jules Verne kitabım oydu. Nasıl bayılmazsın Kaptan Nemo’ya! Zat-ı Âliniz dünyada henüz yokken Ramazan Arkın diye çok akıllı bir yayınevi sahibi vardı İstanbul’da: Arkın kitabevi. İtalyan ansiklopedilerini tercüme ettirirdi. Gökkuşağı diye şahane bir seri çıkarmıştı; rengarenk, bol resimli. Coğrafya cildinin dörtte biri sırf jeolojiydi. Onu aldım sürekli inceledim. Bir gece sabaha karşı annem odama geldi “ne yapıyorsun?” dedi. “Tetis Okyanusunun nasıl kaybolduğunu düşünüyorum.” dedim. Işık Lisesinde ortaokuldayken lise sondan Emel diye çok güzel bir kızla arkadaş oldum. “Jeoloji ödevimi yapar mısın?” dedi yaptım, arkadaşlarınınkini de yaptım. Tabi Nuriye Hanım olayı çaktı. Nuriye Güney, Odessalı, benim Tabiat Bilgisi öğretmenim. Onları sıkıştırınca benim yaptığımı öğrendi. Bana kopya vermenin ahlaksızlık olduğu hakkında bir nutuk çektikten sonra “senin baban jeolog mu?” dedi “yok sanayici” dedim. “Ailede var mı?” dedi “yok ben meraklıyım,” dedim. “Gel benle” dedi. Sacit Öncel, Işık Lisesi müdürü ve biyoloji öğretmeniydi. Şahane bir biyoloji laboratuvarı getirtti aklın durur. Nuriye Hanım beni oraya götürdü çalışmam için ve anahtarı sende kalsın dedi. Henüz ortaokul ikinci sınıf öğrencisiyim. Lise için Robert’e gideceğimi duyunca, “senin için mutlu oldum bu okul için üzüldüm. Okulu bitirince seni fabrikaya gel diye kandırırlar, sende yetenek var mutlaka jeolog ol,” dedi.



Yazarımız Valansi ve Şengör



Büyük şans böyle destekleyen bir öğretmene sahip olmak…

Nuriye Hanım gündüzleri Işık’ta, öğleden sonra üniversiteye gidip orada ders verirdi. Bir Lepidoptera uzmanıydı (kelebek). Paleontolog Profesör Mehmet Sakınç’ın laboratuvar hocasıymış üniversitede. Bu kadın benim tabiat bilgisi öğretmenimdi, ne biçim şans. Robert’te de coğrafya öğretmenim Tarık İnözü. Hafta sonları bizi araziye götürüyordu. Audio Visuel bölümü vardı okulda. Teyp ile slaytları koordine edebiliyorduk. Tarık Bey ile birlikte dört ders hazırladık. Ama sonra kimse kullanmamış.



İyi bir öğrenci miydiniz?

Şişli Terakki ilkokulundan kovuldum. Ankara Meydan Muharebesi ile ilgili saçma sapan şeyler söylüyordu öğretmen. Ben de o zaman eski Türkçe okuyabiliyorum. Çocuk saflığımla o da okuyabiliyor sandım ve Şerâfeddin-i Ali Yezdî’nin Zafernâme’sini götürdüm. Aldı kitabı fırlattı, ben de “cahil karı” dedim. Sonra okuldan atıldım. Daha sonra sınavlarda hiçbir okulu kazanamadım. Işık’a da torpille girdim. Işık’ta her şey değişti; ilk sene iftihara geçtim. Robert’dense D averajla, yani mümkün olan en düşük not ortalamasıyla mezun oldum.



Aileniz nasıl karşıladı jeoloji aşkınızı?

Bir gün babamla konuştum; “Ben jeoloji okumak istiyorum. Ama bundan para kazanacağımı sanmıyorum. Ömür boyu senin paranı yiyeceğim. Ne dersin?” dedim. “Gücüm yettiği sürece arkandayım,” dedi. Üniversite için ABD’ye gitmeye karar verdim. İhsan Ketin ile tanışmıştım o ara. Kuzey Anadolu Fayını keşfeden adam. Her şey ABD’de oluyor o zaman, yıl 1973. Amerikalılar okyanuslardan verileri toplamışlar, yorumlayanlarsa Avrupalı. Robert Kolej bazı okul isimleri tavsiye etti, babam da Houston petrol endüstrisinin merkezi, NASA’da yakın dedi ve böylece University of Houston’a gittim. Dr. Butler’la tanıştım iki yayınım var dedim. Bana hem iş hem de burs verdiler ama oradan memnun kalmadım, hocalar yeterli değildi. Konferans için üniversiteyi ziyaret eden John Dewey ile tanıştım. 2,5 senenin sonunda Albany’ye [State University of New York at Albany] onun yanına transfer oldum. Hayatım değişti. John buradaydı 3 hafta önce İTÜ’den şeref doktorası aldı Dan McKenzie ve Xavier Le Pichon ile birlikte. Xavier Le Pichon sayesinde bugün Marmara Denizi dünyanın en iyi bilinen iç denizi. Xavier koşturdu, araştırmalar için Avrupa 70 milyon Euro verdi, Türkiye kuruş vermedi. Jeolojinin en önemli üç ismi bir araya geldi ve Fatih Altaylı bir program yaptı.



John Dewey ile tanışmanız bir anlamda bir dönüm noktası olmuş…

John inanılmaz. Bilmediği ilgilenmediği yer yok. Yakın arkadaşı, diğer hocam merhum Kevin Burke de öyleydi. Kevin, bir sohbette önündeki peçetenin üzerine Timbuktu’nun jeolojik haritasını çizdiydi. Gene Kevin öğle yemeklerinde çok zaman kaybediyoruz diyen bir profesörle iddiaya girip ertesi gün yemek sırasında bir makale yazdı, diğer bir hocam Bill Kidd gereken referansları buldu. Yemekten sonra Nature Dergisine postalandı ve kabul aldı, hala çok atıf alan bir makaledir. Böyle iki adamın yanında okudum. Bu arada adı geçen her üç hocamın da Amerikalı değil, İngiliz olduğunu söyleyeyim. Hem jeolojiye hakimiyetleri, hem de genel kültürleri Amerikalı hocalarınkinin çok üzerindeydi.



Neden Türkiye’ye döndünüz?

İhsan Bey’le ben lisedeyken İTÜ’ye geleceğime dair anlaşmıştık. John da burada kalma, memleketinde daha çok fırsat var dedi. Henüz tezimi yazarken 1981’de İTÜ’ye atandım İhsan Ketin’in asistanı olarak, o zaman YÖK yok. Doktoramı burada yazdım, ABD’ye döndüm savundum ve geri geldim. Oya ile evlenmek ve Türkiye’ye gelmek hayatımda aldığım en aklı başında iki karar olmuştur. İTÜ’de çok rahat ettim. İhsan Bey biz asistanlarına çok güvenirdi, ne yapılacak edilecek hep birlikte karar verdik. Sınavda gözetmenlik, sınav kağıdı okuma gibi görevler vermezdi, hep kendi yapardı. Bizden tek istediği araştırmanı yap makale yaz. Doçent olana kadar ders verme hakkımız yoktu. Ders vermek ister misin diye sordu ve yapısal jeoloji ve teknonik derslerini daha ben asistanken bana bıraktı.



Öğretmenlerden yana çok şanslı olmuşsunuz. Profesör İhsan Ketin de çok önemli bir isim…

İhsan Bey Kayseri Lisesi hademesi Ali Efendinin oğlu. Okuması yazması yok babasının. İhsan Bey İngiliz centilmeni gibi bir adamdı. “Nasıl oldunuz böyle?” diye sordum. “Atatürk ve Hans Cloos sayesinde,” dedi. Atatürk sayesinde Almanya’ya gitti. Berlin’de enflasyon korkunç manavda günde 3 defa fiyat değişiyordu. Sokakta 100 kişi öldürülüyordu. Biz cennetten gelmişiz diyor. Paramız daha kıymetli. Dönmeyi düşünürken, orada tanıştığı Melâhat Çağlar isimli bir doktora öğrencisi, Bonn’a git demiş. Küçük bir şehir ve Hans Cloos yabancıları sever demiş. Bonn Üniversitesine transfer ve Cloos hakikaten müthiş bir adam. İhsan Bey’in Adolf Hitler’e inanılmaz bir alerjisi vardı, tahammül edemezdi. Hocasından geliyor. Her öğretmenin derse girerken Heil Hitler selamı vermesi lazım. Cloos kolunda kitaplarla geliyormuş bu selamı vermemek için. Yabancı öğrencilere özel ilgisi var, destek olur yalnız hissettirmezdi. 1945’te Amerikalılar Bonn’u işgal edince Cloos’a belediye başkanlığı teklif ediyorlar. Harpten üç sene sonra, Amerikan Jeoloji Cemiyeti Cloos’a, Alman olmasına rağmen, en büyük madalyasını verdi. Bu adamın öğrencisi İhsan Bey. O kadar şanslıydım ki.







Harita Prof. Hayrullah Karabulut’un çalışmasıdır.



“Son depremler, Marmara Depremini yakına çekti”

Gelelim depreme, İstanbul’da son yaşadığımız deprem ne anlatıyor?

İki deprem hissedildi Kuzey Anadolu Fayının kuzey kolu üzerinde. 5,8 veya 6 olabilir,  ölçene göre değişebilir. Bu harita (Şekil 1) derinlik ve dağılımı gösteriyor. Yoğun deprem faaliyeti görülüyor. Derinliğe bak, hiçbir şey yok. Bu epeydir biliniyordu. Dedik ki bunun iki yorumu var; ya depremsiz ufak ufak kayıyor ya da kırıksız büyüyor. İkinci deprem de tam üstünde. Depremler hiç deprem olmayan bu yerin sonunda meydana geldi. Buranın kırılmaya başladığını gösteriyor. Üstelik hiç birimizin hissetmediği tonla deprem var. Kandilli Rasathanesinden Profesör Hayrullah Karabulut bunların hepsinin dalga formlarına bakmış, hepsi birbirinin aynı. Bu ne demek biliyor musun? Aynı çatlağa aitler. Biz diyemeyiz ki bunlar oldu, şimdi şurada şu büyüklükte bir deprem olacak. Ama şunu diyebiliyoruz: Bu depremlerin olması, depremi daha yakına çekti. Ne kadar öne çekti bilmiyoruz, ne zaman olacağını da bilmiyoruz. Ama yakına çekti, daha tehlikeli hale getirdi Marmara’yı.



İstanbul’da özellikle şehirleşmenin kötülüğü, 1999’dan ders alınmaması, deprem sonrası olacakları daha da korkutucu hale sokuyor…

Sadece Türkiye değil, Fukuşima ellerinden öper. Ders aldılar diyorsun ama öncesinde Kobe olmuştu. Los Angeles’e git Hollywood’da fay basamağını görüyorsun resmen, adam iki apartman dikmiş oraya. Kimse ders almıyor. Bir numaralı kural: insanlar aptaldır!



Ve kötüdür…

Biliyorsun bu aptallıkla bağlantılı. Akıllı adam kötü olmaz çünkü yaptığının sonuçlarını önceden görür. Bütün öğrencilerime de diyorum “İnsanların yüzde 99’u aptaldır, ona göre tedbirinizi alın.” Şikâyet etmeyin çünkü düzeltecek adam yok. Hocam Kevin ile Tibet’teydik. Yemek berbat, su yok. Ben de iyi bir Türk olarak şikâyet edip duruyorum. Kevin dedi ki, “Eğer düzeltemiyorsan şikâyet etme. Çünkü şikâyetin sadece yanındakileri rahatsız eder. Eğer yapabiliyorsan yap, yoksa da kapa çeneni.” Aldığım önemli bir tavsiyedir. Geçen gün İTÜ Denizcilik Fakültesinde konferans verdim: Öğrenciler şikâyet ediyor, çok öğrenci alındı, yemekhanede yer yok, yurtlar yetersiz diye. Birincisi dedim öğrenci alma kararını biz vermiyoruz YÖK’e de anlatamıyoruz. İkincisi ilk şikâyetçi olduğun konular yemek ve yatak; hâlbuki öğrenci sayısının artması eğitimi çok kötü etkiliyor ama bak bu umurunda değil. Anne-babanın da umurunda değil yoksa baskı yaparlardı. Eğitim b.ku yedi kimsenin umurunda değil. Daha çok üniversite açılsın. Daha çok diploma dağıtılsın derdinde herkes.



Geçtiğimiz haftalarda Otizimli çocuklar yuhalandı. Sizin de bir mektubunuzdan Asperger teşhisiniz olduğunu açıkladığınızı biliyorum…

Evet, resmi teşhisim var. Asperger, otizmin hafif hali. Sosyal beceriksizlik, empati kuramıyorsun. Muazzam bir hafıza gücü veriyor ve inanılmaz bir konsantrasyon. “Dünya yıkılsa umurunda değil” der Oya. Ayşe Anne diye bir kız Hürriyet’te yazıyordu. Yazısını okuyunca cevap yazmıştım. Otizm büyük bir avantaj olabilir. Ben müthiş faydasını görüyorum.



“Einstein bile felâketin büyüklüğünü tahmin edememiş çünkü tarihte böyle bir şey yoktu”

Artan yabancı düşmanlığı, popülizm derken Nazizm yeniden hortlar mı, ne dersiniz?

Nazizm’in nasıl çıktığına, nasıl bir toplumda çıktığına bakmak lazım. Benzer bir soruyu büyük Alman paleontologu Adolf Seilacher’a sormuştum; “Bu kadar medenî bir milletsiniz, böyle bir şey nasıl mümkün olabildi?” Bana dedi ki, “I. Dünya Savaşından sonra kendimize saygımızı kaybettik. Hitler iktidara geldiğinde bize ‘Hepiniz asilsiniz çünkü Almansınız’ dedi. Fakirlik korkunçtu. Enflasyon şirketleri, aileleri perişan etmişti. Bir sene sonra bunun esamesi kalmadı. Ekonomi canlandı. Hitler, ‘Versailles Anlaşmasını yok ettik’ dedi ve İngiltere ile Fransa göz yumdu.” Bir de topluma bakmak lazım. Alman’a emri verdin mi yapar. Etik midir diye düşünmüyor, ama işini en iyi şekilde yapıyor. Bu korkunç bir şey. Kimse demiyor ki fırınlara bak, öldürülen insanlara bak. İnsanın aklı duruyor. Pogrom diye bir kelime var; yani bunu yapan sadece Hitler değil. Türkiye’deki Yahudiler yüzyıllar önce Katolik İspanya’nın yaptıklarından kaçtı. Ama Hitler’inki öne çıkıyor çünkü organize, sistematik, fabrikasyon. Her şeyi kaydetmiş, raporlamış, filmler var. Nasıl öldürecekler, hangi gaz daha çabuk öldürür, bunları tartışıyor adamlar. İspanyollar veya Stalin kılıçtan geçiriyor. Almanlar fabrikasyon. Einstein bile gelmekte olan felâketin büyüklüğünü tahmin edememiş çünkü tarihte böyle bir şey yok. Eichmann sormuyor, sorgulamıyor, “Görevimi yaptım” diyor. Beethoven’in, Einstein’ın ülkesi bu, bu kadar medenî, ama oluyor işte. İnsan bu. Holokost gibi bir facianın tekrarlanmasının önüne geçilemez, temellerini temizlemedikçe. Bugün dünyaya baktığımızda neler oluyor? Aynı şey başladı Polonya’da, Macaristan’da, İngiltere’de Corbyn açık açık Yahudi düşmanlığı yapıyor. Şablon istiyoruz böyle yaparsan böyle iyi olacak diye. Ama böyle bir şey yok. Her durum kendi yeri, zamanı ve mantığı içerisinde değerlendirilmeli.



Limmud’daki konuşmanızda Atatürk’ün bilim insanı yönünü anlattınız…

Karl Popper der ki önceden planlayarak bir işi yaparsan cemiyette, o iş hiçbir zaman istediğin yere gitmez. Çünkü etkenler çok fazla. Başlarsın bir aksaklık gördüğünde düzeltir devam edersin. Doktriner yaklaşırsan faciayla biter Rusya gibi, Nazi Almanya’sı gibi. O nedenle Atatürk’e sağlam yapışmak gerek. Nutuk’u muhakkak okumak gerek. Cumhuriyet Halk Partisinin programı yazılırken, Yakup Kadri Atatürk’e “Paşam bunun doktrini yok” demiş. Atatürk “Tabiî yok doktrini; doktrin koyarsak hareketi dondururuz” demiş. Nazizm, Faşizm, Falanjizm, Marksizm… Bunların hepsi tarihin çöpe attığı şeyler. Ama her an çöpten çıkabilirler; bunu asla unutmayalım; onun için de Atatürk akılcılığına sıkı sıkı sarılalım. Atatürk kendi fikirlerine âşık olmadan adım adım gidiyordu, hiç bir doktrini izlemiyordu. Karşısına çıkan problemleri çöze çöze gidiyordu. Ve çuvalladığını gördüğünde hemen oradan geri dönüyordu.

Karel Valansi, Şalom gazetesi 20 Kasım 2019 http://www.salom.com.tr/haber-112557-ataturk_akilciligina_siki_siki_sarilalim.html

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Survivor Hayim’in gerçek dünyası - Söyleşi

Hayim, çok sevdiğim bir arkadaşımın kuzeni. Aklı başında, ne istediğini bilen biri. Askerlik dönüşünde ani bir kararla Survivor yarışmasına katıldığını duyduğumda çok şaşırmıştım. Pek spor yapmayan, atletik olmayan biri neden zor koşullarda, dayanıklılık, irade ve güç isteyen bir televizyon programına katılır? Bunları konuşurken, sayesinde takip etmeye başladığım Survivor ile ilgili tüm merak ettiklerimi de sordum; kameralara yansımayan gizli bir tuvalet var mıydı, ya da yayın bitince gidilen lüks bir otel? Begüm’le arasında bir yakınlaşma oldu mu, Merve neden pişman oldu yarışmaya katıldığına? İşte Sabah Gazetesinden Yüksel Aytuğ’un teşekkür ettiği, seyircilerin filozof olarak tanımladığı Hayim ve Survivor yarışmasının bilinmeyenleri… Survivor maceran nasıl başladı? Katılmak nereden aklına geldi? Arkadaşlarımla uzun süredir Survivor’u takip ediyorduk. Hep katılmak istiyordum ama televizyona çıkmak beni korkutuyordu. Geçen sene iki yakın arkadaşım Dominik’e gittiler. Yarışmacıları

Yahudi Cesaret Ödülü üzerine

24 Haziran 2018 seçiminde CHP’den Cumhurbaşkanı adayı olan Muharrem İnce, 16 Ağustos’taki Twitter paylaşımlarıyla isim kullanmadan hükümete yönelik eleştirilerini sıraladı. Bu eleştirilerinin arasında “Siz, yaptığınız hizmetlerle Yahudi Cesaret Ödülüne lâyık görülen ve bu ödülü kendine lâyık görenlersiniz” ifadesine de yer verdi.  İnce’nin bu paylaşımı bu konudaki ilk çıkışı değildi. Geçtiğimiz yılın Aralık ayında, partisinin Yalova Merkez İlçe 10. Olağan Kongresi’ndeki konuşmasında da “Dünyada ‘Yahudi Cesaret Ödülü’ ya da diğer adıyla ‘Davut Yıldız’ı alan tek Müslüman, Recep Tayyip Erdoğan’dır,” demişti.  İnce, 2013 yılında yaptığı bir başka konuşmada ise bu sefer Türkiye’nin Rum vatandaşlarını kızdırmıştı. “Atatürk olmasaydı, (…) adınız Ahmet, Hasan, Hüseyin olmazdı, Dimitri, Yorgo olurdu. Bunları doğru bilmeleri lazım” demiş, gelen tepkilerin ardından Twitter hesabından “Benim gibi askerlik yapan, vergi veren, Cumhuriyet’e inanan, vatandaşımız olan Yorgo ve Dimitri’leri kastetm

1986 Neve Şalom Kurbanları Anıldı / Acılarımız hep aynı

6 Eylül 1986’da Neve Şalom Sinagoguna düzenlenen korkunç saldırıda hayatını kaybeden 22 kişi düzenlenen bir törenle anıldı. Terör kurbanlarının anısına yakınlarının yaktıkları mumlarla başlayan tören Türkiye Hahambaşılığı Vakfı Danışmanı Beri Koronyo’nun anlamlı konuşmasıyla sürdü. Hayatını kaybedenler için okunan duaların ardından Aşkenaz Mezarlığında bulunan anıt mezar ziyaret edildi. 6 Eylül 1986 Cumartesi sabahı saat 09.17’de Neve Şalom Sinagogu acımasız bir terör saldırısına uğradı. Sinagogu basan teröristler, ellerindeki makineli tüfeklerle Şabat ibadetlerini yerine getirmekte olan kişilere saldırdılar, birkaç dakika süren silahlı saldırıda 22 Yahudi hayatını kaybetti. Şabat duasını kana bulayan bu korkunç katliamın 33. yıldönümünde hayatını kaybeden Aşer Ergün, Avram Eskenazi, Bensiyon Levi, Binyamin Ereskenazi, Daniel Daryo Baruh, Davit Behar, Eliyezer Hara, İbrahim Ergün, İsak Barokas, İsak Gerşon, Jozef Alhalel, Leon Levi Musaoğlu, Mirza Ağajan Babazadeh, Moiz Levi, Dr. Mo