Ana içeriğe atla

İnternetsiz hayat da neymiş?

İnternetin hayatımızı nasıl etkilediği, değiştirdiği ile ilgili tonlarca yazı bulabilirsiniz. Hatta internetin zararları, bunun bir bağımlılık olduğu hakkında da bir sürü yazı, makale, araştırma mevcut. Çocuklar küçük yaşlardan itibaren tabletler veya akıllı telefonlarla tanıştıklarından, gelişimlerinin vazgeçilmez bir parçası haline gelen bu aletlerin onları nasıl etkileyeceği de ayrı bir araştırma konusu olarak tartışılıyor.
Benim ancak lisede bilgisayar, üniversitede cep telefonu sahibi olduğumu, internet ve cep telefonsuz hayatın da var olabileceğini duyan oğlum, büyükbabasının evinde bir zamanlar buzdolabı yerine tel dolap olduğunu, anneannesinin börek pişirmek için adanın fırınına tepsilerini teslim ettiğini duyduğu kadar şaşırıyor.
Aile toplantılarındaki sahne ise, bir çoklarımızın evinde tekrarlanandan farklı değil. Herkes elinde bir cep telefonu, sanal ortamdaki paralel evrende yaşamını sürdürüyor. Güldüğü, eleştirdiği, tartıştığı konular hatta sosyal hayatını bile bu platformlardan sürdürürken, sessizliği bozan televizyonun sesi dışında salonda kimseden çıt çıkmıyor. Neyse ki yemek masasına ‘oyuncak getirme yasağı’ büyükler için de geçerli ve birebir sohbet “tabağındakileri bitir” uyarıları arasında sürüyor.

Bu durum bir bağımlılık olarak adlandırıldıysa eğer, ben bu bağımlılıktan mustaribim. Günde kaç kere Twitter veya Facebook hesabınızı kontrol ediyorsunuz diye bir soruya verecek net bir cevabım yok “çok”tan başka. Maillerimi de benzer şekilde çok sık kontrol ediyorum. Bu duruma bir çare buldum. Bildirimleri kapattım. Böylece istediğim zaman bu uygulamaları kullanıyorum, yani benim kontrolümde. Ama aslında altında yatan gizli mantık şöyle; nasılsa 15-20 dakikada bunları kontrol ediyorum, ileti bildirimleri almaya ihtiyacım yok. Acıklı ama gerçek. Sanal dünyada neler olduğunu merak ediyorum. Twitter’da atladığım bir gelişme olmasın, Facebook’ta arkadaşlarımın paylaşımlarını takip edeyim, Whatsapp’ta tartışmalardan, buluşma programlarından geri kalmayayım.
Bağımlılığının farkında olan biri olarak birçok kez önlem almışlığım var. Çalıştığım zaman cep telefonu sessize alıp arka odaya bırakırım. Ama bu sefer de bir süre sonra başta annem, milyon mesaj ve telefon araması ile karşılaşırım; “Başına bir şey mi geldi niye cevap vermiyorsun?” “İnsan niye cebini sessize alır durup dururken?”
Bu sefer tatilde farklı bir şey denedim. Yurtdışında internetin çok az çektiği, çektiği durumlarda ise inanılmaz pahalı olduğu bir yere gittiğimizi bildiğimden, bir sosyal medya detoksu denedim. ‘Denedim’ kelimesini seçmemden aslında hikayenin sonunu üç aşağıya beş yukarıya tahmin edebilirsiniz. Cep telefonumu ilk defa uçak dışında bir yerde ‘uçak moduna’ aldım!
Burada belirtmem gereken bir konu daha var. THY uçuşlarında bir saati 10 dolara, 12 saati 15 dolara internet bağlantısı satın alabiliyorsunuz. Ve ilk defa bu hizmeti, internet detoksu yapmaya karar verdiğim bu tatilde test ettim. Hizmet başarılı ama kendi detoksumdan daha ilk baştan pek umutlu değilim.
İlk gün fena geçmedi. Ellerim otomatiğe alınmış gibi sıra ile tüm uygulamaları açıyor ve her seferinde bağlantım olmadığını hatırlayıp kapatıyorum. Henüz gülümseyebiliyorum. Bu durum kısa aralıklarla devam ediyor; elime telefonu alıyorum, bağlantım olmamasına rağmen uygulamaları açıp kapıyorum, açıp kapıyorum.
İkinci gün telefonu elime alıyorum, bu sefer bir uygulamayı açamadan önce aklıma geliyor ve telefonu elimden bırakıyorum.
Üçüncü gün elimde telefon derin düşüncelere dalmış duruyorum. Ne de olsa tüm gereksiz resimler silinmiş, telefonun tüm ayarları sesten ışığa baştan düzeltilmiş. Oynamadığım birçok oyun oynanmış. Facebook’a giriyorum. Benimle dalga geçer gibi “offline olarak da paylaşım yapabilirsiniz” diyor. Sinirlenip kapatıyorum.
Dördüncü gün bir yerde ücretsiz wi-fi bağlantısı bulursam ve birkaç dakikalığına girersem detoksu bozup bozmayacağım üzerine kendimle derin bir tartışmaya giriyorum ve bozmayacağına karar veriyorum. Diyetisyenler bile arada sırada kendini şımartma hakkı verirler diyerek kendimi haklı çıkarıyorum. Beni mutlu edecek bir parça çikolata gibi free wi-fi yazısı arıyorum. Ve en olmadık yerde beşinci gün karşıma çıkıyor: bir şelalenin tepesindeki dinlenme alanında!
Telefonu açıyorum o güzel üç bağlantı çizgisinin çıkması ile birlikte çevremden bir ışık halkası yayılıyor. Doğanın ortasında kendi serabıma ulaşmış gibiyim. Telefonum da çıldırmış durumda, her türlü sesi çıkarıyor. Mailler, mesajlar, sms’ler birikmiş, karşımdaki şelalenin suları gibi coştukça coşuyor, döküldükçe dökülüyor.
Münasebetsiz rehber o sırada “hadi gidiyoruz” diyor. Mümkün değil ki şimdi bu cenneti bırakmam. Adama uzaylı gibi bakıyorum “Hey sen, burada bir mucize gerçekleşiyor bunu göremiyor musun? Bu anı kesmeye nasıl cüret edersin?” “Adam hiç oralı değil. “Kalırsın bak burada” bakışı fırlatıyor bana. Ormanın ortasındayız tabi o kazanıyor. “Sen gel hele bir İstanbul’a görürsün” diye diye yürüyorum. Ben uzaklaştıkça o güzelim üç çizgi de azalıyor, azalıyor ve yok oluyor. Dönüş yolunda somurtuyorum ve ilk marketten kendime kocaman bir çikolata alıyorum.
Akşamına gelen tüm mailleri ve mesajları kontrol ettiğimde yapmam gereken acil çok şey olduğunu fark ediyorum. Yazmam gereken mailleri yazıyorum, mesajları cevaplıyorum. Gazetede yazım, bir başka yerde bir röportajım çıkmış onları paylaşmam şart. Birkaç dakikalığına internetimi açıp hepsini halledip tekrar kapatıyorum.
Altıncı gün cep telefonumla hiç ilgilenmiyorum. İkinci kitabımı da bitiriyorum. Andre Gide’in Pastoral Senfoni’si beni çok sarmasa da, Mine Söğüt’ün Kırmızı Zaman’ı çok etkileyici.
Yedinci gün. Bir haftayı geride bıraktım ve hedefime ulaştım. Kendimi ödüllendirmeliyim. En güzel hediye, en çok istediğindir, diyorum ve oyumu internetten yana kullanıyorum. Free wi-fi olmaması beni durduramıyor bile. Birkaç saatliğine internet bağlantısı satın alarak kendimi detoksum için ödüllendiriyorum.
Not: Bu yazı bir saat on beş dakikada yazıldı. Bu sırada beş kez Twitter’a, iki kez Facebook’a, dokuz kez Whatsapp’a bakıldı, üç kez e-mailler kontrol edildi.


Karel Valansi Şalom Dergi Mart 2016 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Survivor Hayim’in gerçek dünyası - Söyleşi

Hayim, çok sevdiğim bir arkadaşımın kuzeni. Aklı başında, ne istediğini bilen biri. Askerlik dönüşünde ani bir kararla Survivor yarışmasına katıldığını duyduğumda çok şaşırmıştım. Pek spor yapmayan, atletik olmayan biri neden zor koşullarda, dayanıklılık, irade ve güç isteyen bir televizyon programına katılır? Bunları konuşurken, sayesinde takip etmeye başladığım Survivor ile ilgili tüm merak ettiklerimi de sordum; kameralara yansımayan gizli bir tuvalet var mıydı, ya da yayın bitince gidilen lüks bir otel? Begüm’le arasında bir yakınlaşma oldu mu, Merve neden pişman oldu yarışmaya katıldığına? İşte Sabah Gazetesinden Yüksel Aytuğ’un teşekkür ettiği, seyircilerin filozof olarak tanımladığı Hayim ve Survivor yarışmasının bilinmeyenleri… Survivor maceran nasıl başladı? Katılmak nereden aklına geldi? Arkadaşlarımla uzun süredir Survivor’u takip ediyorduk. Hep katılmak istiyordum ama televizyona çıkmak beni korkutuyordu. Geçen sene iki yakın arkadaşım Dominik’e gittiler. Yarışmacıları

Yahudi Kültürü Avrupa Günü: İris ile Eran temsili düğün töreni ile yeniden evlendi

Yahudi Kültürü Avrupa Günü etkinlikleri kapsamında bu sene Neve Şalom Sinagogu’nda temsili bir Yahudi düğünü düzenlendi. İris ve Eran’ın düğünü açıklamalar eşliğinde gerçekleşirken, gazetemizin fotoğraf editörü Alberto Modiano’nun ‘Zaman ve Mekân içinde Musevilik’ adlı sergisi de yer aldı 26 Ekim Pazar günü Neve Şalom Sinagogu’nu dolduran farklı kesimlerden misafirler, on beş gün önce evlenen İris ve Eran’ın temsili düğün törenini izlemek için bir araya geldiler. Sinagogun girişinde Şalom Gazetesi Fotoğraf Editörü Alberto Modiano’nun ‘Zaman ve Mekân İçinde Musevilik’ adlı sergisi gelenleri karşıladı. İlgi ile gezilen sergide sanatçı, İstanbul Yahudi Cemaati’nin dini ritüellerini fotoğraflar aracılığıyla anlatıyor. Yahudilerin günümüz Türkiye’sinde örf ve adetlerini tanıtan fotoğraflar, Sefarad, Aşkenaz ve İtalyan Yahudilerinin dini yaşam döngüsünü konu alıyor. Gerçek bir düğün törenini öncesinde olduğu gibi genç kızlar gelenleri şeker dolu bonboniyerlerle karşıladılar ve anı

‘Atatürk akılcılığına sıkı sıkı sarılalım’

Sıra dışı bir adam: Celâl Şengör Dr. Ali Mehmet Celâl Şengör, jeoloji dendiğinde akla gelen ilk isimlerden. Bu konuda 19 kitap, 276 bilimsel makale yayınlamış bir bilim insanı. Tarih ve felsefe ile ilgili de bir çok popüler makalenin sahibi. Biz onu bir de Fatih Altaylı ile yaptığı TV programlarından ve çok farklı, gündem oluşturan açıklamaları ile biliyoruz. Geçtiğimiz pazar günü Limmud’a katılan Şengör’e röportaj teklif ettiğimde hem hemen kabul etti, hem de muhteşem kütüphanesini tanımam için evine davet etti. Bu röportajı bizim o günkü keyifli sohbetimizden derledim. Jeoloji ile ilginiz nasıl başladı, nasıl gelişti? Çok küçükken annem bana bir kitap aldı. Üzerinde bir brontozorun kafası vardı, görmediğim hayvanlar ilginç şeyler diye düşündüm. İlkokul öğretmenim bir fen ve tabiat ansiklopedisi hediye etti. Orada bir paleontoloji bölümü vardı. Çok ilgimi çekti. Meraklıydım. Bir mikroskop seti alındı orada sinekleri inceliyordum. Yazları sık sık Bursa’ya giderdik. Anneannem ve